ads

24 Eylül 2011 Cumartesi

Garipçilerin Edebiyat Anlayışı - Birinci yeniciler - 1940 Sonrası

1940 SONRASI TÜRK EDEBİYATI (SON DÖNEM TÜRK EDEBİYATI)

Atatürk'ün ölümü, İkinci Dünya Savaşı, 1950'den sonra çok partili hayata geçiş gibi etkenlerden dolayı edebiyat dünyasında da yeni düşünceler ortaya atılmış, bazı edebi akımlar oluşmuştur.

adlı şiir kitabını yayımlayarak şiir anlayışlarını ortaya koymuşlardır.

Sürrealizm

akımının etkisinde kalmış, onu izlemişlerdir.

Valery, Picasso, Rimboud

gibi Batılı sanatçılardan etkilenmişlerdir.

Geleneksel şiir

anlayışına karşı çıkmışlardır.

Her türlü kuralı yıkıp şiir özgür olmalıdır düşüncesini savunmuşlardır.

Sanatlı ve süslü söyleyişlerden uzak durmuş, heceyi ve kafiyeyi reddetmişlerdir.

Şiir dili olarak halkın konuştuğu dili kullanmışlardır.

Günlük yaşamdaki her şeyin şiirin, basit bile olsa, konusu olabileceğini söylemişlerdir.

Halk deyişlerinden yararlanmış; gülmece, ince yergiye yer vermişlerdir.

Soyut ve kapalı konuları işlemekten kaçınmışlardır.

Temsilcileri:

Orhan veli kanık, melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat horozcu

GARİPÇİLER (BİRİNCİ YENİCİLER)

1941'de Garip

Anlatım Bozukluğu Örnekleri

ANLATIM BOZUKLUKLARI
1- Problemleri karşılıklı anlayış ve birlik içinde çözeceğiz.

2- Ekşi yiyecekleri az, acıyı ise hiç yemezdi.

3- Bu yazıyı değil okumak, anlamak bile imkânsız.

4- Önümüzdeki haftanın önemli programlarını hatırlatmaya çalıştık.

5- Ben ona dostum, o da bana kardeşim derdi.

6- Toplantıda pasta ve meyve suyu ikram edildi.

7- Biricik arzum bu yılki sınavı kazanmak ve iyi bir bölüme girmemizdir.

8- Fabrika ticarî ve polis otosu üretimine geçen yıl ara verdi.

9- Bu işi ben ve sen yapmalısınız.

10- Kendisine bütün sınıf adına teşekkür eder ve tebrik ederim.

11- Yarının mutlu günlerine özlem duyuyorum.

12- Bu bölge coğrafî ve iklim açısından ilgi çekici özelliklere sahiptir.

13- Hiçbiri anlatılanlara inanmıyor, kendi fikrinde ısrar ediyordu.

14- Bir yıl boyunca devamlı çalışarak kazanıldı.

15- Bu yasadan özel ve kamu kuruluşlarında çalışanlar yararlanacak.

16- Beyin zarı iltihapları iyi tedavi edilmezse ölüme hatta sara nöbetlerine yol açabilir.

17- Bu tür konuşmalar gözlerimi yaşartırlar.

18- Şüphesiz ki bu sözleri bazı öğrenciler duymuş olmalı.

19- Bu kitap yayınevinin ölümünün 10. yıl dönümünde ünlü şairin yüce anısına armağandır.

20- Herkes onu görmek istemiyordu.

21- Japonya’daki arkadaşıyla on yıl boyunca karşılıklı mektuplaşmış.

22- Büyüklere gereken saygıyı göstermeli ve incitmemeliyiz.

23- Hiçbiri anlatılanları tam anladı.

24- Bu erikler çok tatlıdırlar.

25- Bu konuda söylenenlere inanıyor, her yerde öne sürüyordu.

26- Ağaç bayramında ben de birkaç fidan ektim.

27 Hiç kimse bu paraya bu işi yapar.

28- Şirketteki mevcut ikilik günden güne büyüyor.

29- Son dakikada attığı golle takımının galip gelmesine yol açtı.

30- Ülkemizde bu tür ameliyatlarda ölüm şansı Avrupa’da yapılanlardan ancak yüzde bir fazladır.

Cumhuriyet Dönemi Sanatçıları ve eserleri nelerdir?

BAĞIMSIZLAR

Bağımsız sanatçılar kendilerine has bir sanat anlayışı benimsemiş, hiçbir akıma dâhil olmamışlardır.

Yurt sorunlarını, bireysel duygu ve düşüncelerini işlemişlerdir.

Bağımsız Sanatçılar: Necip Fazıl Kısakürek, Cahit Sıtkı Tarancı, Arif Nihat Asya, Ahmet Hamdi Tanpınar, Behçet Necatigil, Zeki Ömer Defne, Asaf Halet Çelebi, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cahit Külebi, Ahmet Muhip Dranas… vb.

CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATININ ÖNEMLİ SANATÇILARI

AHMET KUTSİ TECER (1901–1967)

Halk edebiyatı ve halk bilimi araştırmalarına çok önem vermiştir.

Halk edebiyatına bağlı modern bir edebiyat anlayışı oluşturmaya çalıştı.

Şiirde biçim ve öz bakımından halk edebiyatı geleneğine bağlı kaldı.

Sivas’ta Halk Şairleri Derneği’ni kurdu.

Son dönemin en büyük halk şairlerinden Âşık Veysel’i Türk halkına tanıttı.

Hece ölçüsünü ustalıkla kullandı. Dili yalındır.

Aşk, doğa, vatan, ölüm, özlem gibi temaları işlemiştir.

Yapıtlar:

Şiir: Şiirler, Bütün Şiirleri

Tiyatro: Koçyiğit Köroğlu, Köşebaşı, Bir Pazar Günü, Satılık Ev, Köylü Temsilleri

NECİP FAZIL KISAKÜREK (1904–1983)

Ağaç ve Büyük Doğu dergilerini çıkarmıştır.

Çeşitli gazetelerde fıkra yazarlığı yapmıştır.

Şiirlerinde insanın evrendeki yerini, madde ve ruh sorunlarını, insanoğlunun iç dünyasındaki gizli duyguları dile getirmiştir.

Şiirlerinde uyağı her zaman kullanmış ve hece ölçüsüyle yazmıştır.

Öykü, roman, oyun, tiyatro, düşünce yazıları gibi birçok dalda eser vermiştir.

İlk dönemde bir bohem hayatı yaşamış, Arvasi ile tanıştıktan sonra İslâmiyet'i tam tanımıştır.

Son dönemdeki şiirleri "hikemi şiir" tarzındadır.

Yapıtlar:

Şiir: Çile

Tiyatro: Bir Adam Yaratmak, Tohum, Künye, Sabır Taşı

Hikâye: Birkaç Hikâye Birkaç Tahlil, Ruh Burkuntusundan Hikâyeler, Hikâyelerim

Roman: Aynadaki Yalan, Kafakağıdı

Hatıra: Babıâli

ARİF NİHAT ASYA (1904–1975)

Yurtsever ve milli değerlere bağlı ama yeniliklere de açık bir sanatçımızdır.

Vatanına ve bayrağına çılgınlık derecesinde bağlıdır.

Toplum için sanat” görüşünü savunur.

Şairin dili canlı ve yalındır.

Halk deyişlerinden yararlanarak ahenk ve muhteva bakımından zengin şiirler yazmıştır.

Destanî-milli şiirleri ve yurt güzellemeleri ile ön plâna çıkmıştır.

Aruzu, heceyi, serbest ölçüyü başarıyla kullanmıştır.

Selçuklu, Osmanlı ve Kurtuluş Savaşı’ndan ilhamını alarak koçaklama tarzı şiirler yazmıştır.

“Bayrak şairi” diye anılır.

Yapıtları:

Şiir: Heykeltıraş, Yatığımın Rüyası, Ayetler, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, Rubaiyat-ı Arif, Kıbrıs Rubaîleri, Nisan, Kubbe-i Hadra, Emzikler, Kökler Ve Dallar, Dualar ve Âminler, Yürek, Aynalarda Kalan, Kova Burcu

Kanatlar Ve Gagalar (Özdeyişler)

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA (1914- )

Ş Çok sayıda şiir ödülü almıştır.

Ş İlk şiirlerini âşık tarzının etkisiyle yazmıştır.

Ş Şair, felsefî lirik bir anlayışla yazmaya başlamış daha sonraları toplumsal ve milli bir anlayışla yazmaya devam etmiştir.

Ş İnsanın evrendeki yalnızlığını anlatan şiirlerden, çektiği acılara ve sıkıntılara geçiş yapmıştır.

Ş “Çocuk ve Allah” kitabıyla edebiyat dünyasında tanınmıştır.

Ş “Çocuk ve Allah”ta metafizik konuları işledi.

Ş Şiirleriyle Kurtuluş Savaşı’nın tarihini yazmıştır. Destanî şiir akımını devam ettirmiştir. Üç Şehitler Destanı en güzel örneklerindendir.

Yapıtları:

Şiir: Havaya Çizilen Dünya, Çocuk ve Allah, Üç Şehitler Destanı, Toprak Ana, Aç Yazı, Dışarıdan Gazel, Kazmalama, Delice Böcek, Daha, Çakırın Destanı, “İstiklâl Savaşı- Samsundan Ankara’ya, Samsun’dan Sakarya’ya”, Anıtkabir, Türk Olmak, Yedi Memleket

MEMDUH ŞEVKET ESENDAL ( 1883–1952)

Hikâye, roman ve tiyatro türlerinde eserler vermiştir.

Edebiyatımızda hikâye alanında bir çığır açmış, kendinden sonra gelenleri de etkilemiştir.

Çehov tarzı hikâyecilik anlayışıyla yazmıştır.

Hikâyelerini yerli motiflerle süslemiş, Çehov’u taklit etmekten de kurtarmıştır kendini.

Hikâyelerinde orta sınıf halkı, köylerdeki garip inançları, cahilliği, insan alışkanlıklarını ele alır.

Hikâyeciliği gereksiz süslemelerden kurtarmış, sıradan gerçek olaylara kaydırmıştır.

Güçlü bir gözlemcidir.

Günlük konuşma dilini başarıyla kullanmıştır.

Yapıtları:

Hikâye: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Bir Kucak Çiçek, Hava Parası, Kelepir, Ev Ona Yakıştı

Roman: Ayaşlı Ve Kiracıları, Miras, Vassaf Bey

CAHİT SITKI TARANCI ( 1910 -1956)

Otuz Beş Yaş şiiriyle edebiyat dünyasında tanındı.

Şiirlerinde ölüm, fanilik, yaşam sevinci gibi temalar işledi.

Hiçbir edebi topluluğa katılmadı.

Şiirlerinde toplumsal yaşamı görmek mümkündür.

Akıcı, sade bir dili vardır.

Şiirlerinde duygu ön plândadır.

Hece ölçüsünü kullanmış kafiyeye çok önem vermiştir.

Az kelimeyle çok şey ifade etmeye çalışmıştır.

Yapıtları:

Şiir: Ömrümde Sükût, Otuz Beş Yaş, Düşten Güzel, Sonrası

Nesir: Ziya’ya Mektuplar

SAİT FAİK ABASIYANIK (1906 -1954)

v Çağdaş Türk hikâyeciliğinin önde gelenlerindendir. Öykücülükte yeni bir anlayışın temsilcisidir.

v Edebiyatımızda Çehov tarzı durum hikâyeciliğinin öncüsüdür.

v Hikâyelerinde küçük insanların dünyasını, çocukluk anıları, adalarda geçen yaşantısını, İstanbul'un kenar mahallelerini, Burgazada'yı ve balıkçıları işlemiştir.

v Bir İstanbul Öykücüsü'dür denebilir.

v Basit, sıradan, garip hatta aykırı konuları başarılı bir şekilde hikâyeleştirmeyi başarmıştır.

v Eserlerindeki kişileri kendi çevresine uygun bir şekilde canlandırır.

v Yazarın gözlemcilik ve gerçekçilik yeteneği kuvvetlidir.

v Toplumsal konuları işlediği hikâyelerinde toplumun bazı sıkıntılarını ele almıştır.

v Üslûbu sade, dili yalındır. Eserlerini sanat kaygısından uzak bir şekilde yazmıştır.

v 1953'te Amerika'da modern edebiyata hizmetlerinden dolayı onur üyeliği verilmiştir.

Yapıtları:

Hikâye: Semaver, Sarnıç, Şahmerdan, Lüzumsuz Adam, Mahalle Kahvesi, Havada Bulut, Kumpanya, Havuz Başı, Son Kardeşler, Alemdağ'da Var Bir Yılan, Az Şekerli, Tüneldeki Çocuk, Mahkeme Kapısı

Roman: Medar-ı Maişet Motoru, Kayıp Aranıyor

Şiir: Şimdi Sevişme Vakti

Derleme: Balıkçı'nın Ölümü, Yaşasın Edebiyat

Mektup-Röportaj: Açık Hava Oteli

ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR (1888–1963)

Edebiyat hayatına şiir ve eleştiriyle başlamıştır.

Fahim Bey ve Biz adlı romanıyla tanınmıştır.

Daha çok anılarıyla ön plâna çıkmıştır.

Eserlerinde kaybolan günleri, çocukluk yıllarını, eski yaşam biçimini ve özellikle tüm ayrıntılarıyla İstanbul'a özgü yerli yaşamı anlattı.

Eserlerinde ayrıntılara indi ve uzun betimlemeler yaptı.

Gözlemciliği kuvvetlidir.

Sanatlı ve uzun cümleler kullandı.

Yapıtları:

Roman: Fahim Bey Ve Biz, Çamlıca'daki Eniştemiz, Ali Nizamî Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği,

Hatıra: Boğaziçi Mehtapları, Geçmiş Zaman Köşkleri, Boğaziçi Yalıları, İstanbul Ve Pierre Loti,

ORHAN KEMAL (1914 – 1970)

Yazı hayatına hikâyeyle başlamış sonraları sadece roman yazmıştır. Yazar hikâyeciliği romana geçişte bir aşama olarak görmektedir.

"Ekmek Kavgası" ve "Baba Evi" kitaplarıyla edebiyat dünyasında ün kazanmıştır.

Yapıtlarında işçi çevrelerini, sanayileşen Türkiye'nin toplumsal yapısını, köyden kente göçün getirdiği sorunları, ezilen köylüleri, toprak ağalarını gerçekçi bir üslûpla işledi.

"Murtaza" romanı onu geniş halk kitlelerine tanıttı.

Orhan Kemal 1940 sonrası toplumsal gerçekçiliğin öncüsüdür.

Karşılıklı konuşma tekniğini eserlerinde başarıyla uygulamıştır.

Yalın ve süsten uzak bir anlatımı vardır.

Yapıtları:

Hikâye: Ekmek Kavgası, Sarhoşlar, Çamaşırcının Kızı, 72. Koğuş, Grev, Arka Sokak, Kardeş Payı, Babil Kulesi, Dünyada Harp Vardı, İşsiz, Önce Ekmek

Roman: Baba Evi, Avare Yıllar, Murtaza, Cemile, Bereketli Topraklar Üzerinde, Suçlu Devlet Kuşu, Vukuat Var, Gâvurun Kızı, Dünya Evi, El Kızı, Hanımın Çiftliği, Eskici Ve Oğulları, Gurbet Kuşları, Mahalle Kavgası, Kanlı Topraklar, Müfettişler Müfettişi, Yalancı Dünya, Üçkâğıtçı, Kötü Yol

Hatıra: Nazım Hikmet'le Üç Buçuk Yıl

PEYAMİ SAFA (1899 – 1961)

Türkçeyi en iyi kullanan sanatçılardan birisidir.

Ansiklopedik bir bilgiye sahiptir.

Romanlarında olaylardan çok psikolojik tahlillere yer vermiştir.

Romanları teknik bakımdan sağlamdır.

Kişileri anlayışlarına, iç dünyalarına ve kültürlerine göre konuşturur.

Tasvirlerde başarılıdır.

Doğu ile Batı uygarlığı, ahlâkî çöküntüler, toplumsal değişimlerin getirdiği bunalımlar gibi konuları daha çok işlemiştir.

Yazar, maddeden ziyade ruha, inanca ve manevî değerlere önem vermiştir.

Batı'nın düşünce hareketlerini yakından takip etmiş, felsefe ve düşünce alanında da geniş malûmata sahip olmuştur.

Edebi değeri olmayan eserlerini "Server Bedi" ismiyle yazdı.

Gazete ve dergilerde sayısızca fıkra, makale, deneme, hikâye ve çeviriler yazmıştır.

Yapıtları:

Roman: Sözde Kızlar, Şimşek, Mahşer, Bir Akşamdı, Canan, 9. Hariciye Koğuşu, Fatih-Harbiye, Bir Tereddütün Romanı, Matmazel Noralya'nın Koltuğu, Yalnızız, Atilla, Biz İnsanlar

Hikâye: Bir Mekteplinin Hatıratı, Karanlıklar Kralı, İstanbul Hikâyeleri

Deneme, İnceleme: Felsefî Buhran, Mistizm, Nasyonalizm, Doğu – Batı Sentezi, Sanat – Edebiyat – Tenkit

Tiyatro: Gün Doğuyor

KEMAL TAHİR (1910 – 1971)

Yazar, dört uzun hikâyeden oluşan Göl İnsanları eseriyle tanındı.

Yapıtlarında anlaşılır ve yalın bir dil kullandı.

Kişileri yöresel şiveleriyle konuşturdu.

Başarılı betimlemeler yaptı.

Güçlü gözlem tekniğiyle sosyal sorunları işledi ve eleştirdi.

Eşkıya hikâyeleri, ceza evi yaşamı, köy hayatı, tarih, Kurtuluş Savaşı eserlerinin konusunu oluşturdu.

Özellikle köyü, köylü insanların sıkıntılarını ve yaşam biçimini ısrarla işledi.

Anadolu'yu başarıyla ve gerçekçi bir şekilde ele alan bir Anadolu romancısıdır.

Tezli romancılığımızın gelişmesine katkısı vardır.

Yapıtları:

Roman: Yorgun Savaşçı, Devlet Ana, Sağırdere, Esir Şehrin İnsanları, Yol Ayrımı, Rahmet Yolları Kesti, Kurt Kanunu, Köyün Kamburu, Kör Duman

Hikâye: Göl İnsanları

YAŞAR KEMAL ( 1922- …)

Hikâye ve romanlarında daha çok Çukurova yöresini ve buralardaki insanların yaşantısını anlattı.

Eserlerinde halk edebiyatımızdan yararlanmıştır. Destan ve masal dilini edebiyatımızda çağdaş bir şekilde kullanmıştır.

Haksızlığa karşı çıkan, eşkıya karakterinin çizildiği bir gencin hikâyesi olan "İnce Memed" eseriyle Nobel ödülüne aday gösterildi.

İnsanın doğayla olan ilişkisini, tutkularını, düşlerini destansı bir şekilde sergiledi.

Eserlerinin çoğunda Anadolu efsanelerinden, halk hikâyelerinden yararlanmıştır.

Canlı, şiirsel bir dili olup, cümleleri kısa ve sözcük dağarcığı zengindir.

Halkın kullandığı sözcükleri eserlerinde kullanmıştır. Yöresel isimler ve deyimler gibi.

Yapıtları:

Roman: Teneke, İnce Memed, Orta Direk, Yer Demir Gök Bakır, Ölmez Otu, Denizciler Çarşısı Cinayeti, Yusufçuk Yusuf, Deniz Küstü, Kale Kapısı, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana

Hikâye: Sarı Sıcak, Çukurova Yana Yana, Bir Bulut Kaynıyor, Yanan Ormanlarda

Efsane: Üç Anadolu Efsanesi, Ağrı Dağı Efsanesi, Binboğalar Efsanesi

TARIK BUĞRA ( 1918 – 1994)

Son dönem Türk edebiyatının ünlü hikâye ve roman yazarıdır.

Toplumsal sorunları bireysel ahlak yönünden ve psikolojik açıdan değerlendirir.

Şiirsel bir anlatımı vardır.

Roman ve oyunlarında ortaya çıkardığı tipler, ideal tiplerdir.

Konularını daha çok yakın tarihten ve sosyal yaşamdan ( Türk tarihi, ulusal sorunlar, taşra hayatı) almıştır.

Eşyanın ve olayların iç yüzünü araştırıp çözümleyici bir yöntemle yazdı.

Yapıtları:

Roman: Yalnızların Romanı, Siyah Kehribar, Küçük Ağa, Küçük Ağa Ankara’da, İbiş’in Rüyası, Firavun İmanı, Gençliğim Eyvah, Dönemeçte, Yalnızlar, Yağmur Beklerken, Osmancık

Hikâye: Oğlumuz, Yarın Diye Bir Şey Yoktur, İki Uyku Arasında, Hikâyeler,

Tiyatro: Ayakta Durmak İstiyorum, Dört Yumruk, Üç Oyun, Sahibini Arayan Madalya, Güneş ve Aslan

NECATİ CUMALI (1921 – 2001)

Yazdığı hikâyelerle ödüller aldı.

Eserlerinde Anadolu ve özellikle Ege yöresindeki kasaba ve köylerde yaşayan insanların sorunlarını işledi.

Kadın erkek ilişkisine değindi.

Dil ve anlatımı konuşma dili gibi doğaldır.

Tütün Zamanı adlı romanında Urfa yöresindeki insanları, törelerini, kişiler arasındaki çatışmaları işledi.

Yapıtları:

Roman: Tütün Zamanı, Acı Tütün, Aşk da Gezer

Hikâye: Yalnız Kadın, Değişik Gözle, Susuz Yaz, Ay Büyürken Uyuyamam

Şiir: Kızılçullu Yolu, Harbe Gidenin Şarkısı, Mayıs Ayı Notları, Güzel Aydınlık, Yağmurlu Deniz

Tiyatro: Boş Beşik, Ezik Otlar, Vur Emri, Susuz Yaz, Tehlikeli Güvercin

AHMET HAMDİ TANPINAR 1901–1962)

Sağlam bir tarih şuuruna ve kültüre sahiptir.

Hece ölçüsünü başarıyla kullanmıştır. Şiirlerinin dili sadedir.

Şiirlerinde şekilden ziyade ahenge önem vermiştir. Onun için musiki, his ve hayal temel unsurdur.

Yazar, şiirlerini "ahenk" "zaman" "bilinçaltı" kavramlarına göre oluşturur.

Soyut kavramları da işleyen sanatçının mecazlarla dolu zengin bir anlatımı vardır.

Sanatçının şiir dili ile nesir dili birbirine yakındır.

Roman ve hikâyelerinde olaylar âdeta tek bir kişi etrafında toplanmış gibidir.

Eserlerinde, sosyal hayatla ilgili acıları, sevinçleri, umutları, insan psikolojisi ve zamanı işlemiştir.

Y. Kadri'den ve Ahmet Haşim'den etkilenmiştir.

Roman ve hikâyelerinde psikolojik tahliller ağır basar.

Yapıtları:

Roman: Huzur, Mahur Beste, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Sahnenin Dışındakileri Aynadaki Kadın

Hikâye: Yaz Yağmuru, Abdullah Efendinin Rüyaları

Şiir: Bütün Şiirleri

Deneme: Beş Şehir

İnceleme: 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Tevfik Fikret, Yahya Kemal

TURAN OFLAZOĞLU (1932 -…)

Trajedi türünün başarılı yazarlarındandır.

Tiyatro eserlerinin konularının çoğunu Osmanlı Tarihi'nden almıştır.

Sade bir Türkçe ile ve şiirsel bir anlatımla manzum tiyatrolar yazmıştır.

Yapıtları:

Tiyatro: Keziban, Allah'ın Dediği Olur, Deli İbrahim, Genç Osman, Elif Ana, III. Selim, IV. Murat, Cem Sultan, Sinan

FALİH RIFKI ATAY (1894 -1971)

Atatürk'ü yakından tanıma imkânı bulmuştur.

Atatürk ile ilgili anılarını kitaplaştırmıştır.

Cumhuriyet'ten sonraki seyahat (gezi) edebiyatımızın oluşmasında önemli bir yere sahiptir.

Gezi yazılarında yurt dışında gördüklerini ve Türkiye'de gezdiği yerleri anlatmıştır.

Yazarın dili yalın ve cümleleri kısadır.

Aslında fıkra ve makale yazarımızdır.

Yapıtları:

Gezi Yazısı: Denizaşırı, Yeni Rusya, Bizim Akdeniz, Tuna Kıyıları, Yolcu Defteri

Hatıra: Çankaya, Zeytindağı, Ateş Ve Güneş, Babamız Atatürk, Atatürk'ün Hatıraları

Fıkra: Eski Saat, Roman: Roman

HALİKARNAS BALIKÇISI (1886–1973)

Halikarnas, Bodrum'un antik çağdaki ismidir.

Yazarın asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı'dır.

Yazar, deniz öyküleriyle tanınmıştır.

Eserlerinde daha çok Bodrum'u, Ege ve Akdeniz kıyılarını, buralardaki efsaneleri anlatmıştır.

Çok iyi bir mitoloji bilgisine sahip olup eski Anadolu ve Yunan uygarlıklarını iyi tanır.

Yapıtları:

Hikâye: Ege Kıyılarında, Ege'nin Dibi, Merhaba Akdeniz, Yaşasın Deniz, Gülen Ada, Dalgıçlar, Mavi Sürgün, Parmak Damgası

Roman: Uluç Reis, Turgut Reis, Deniz Gurbetçileri, Ötelerin Çocuğu

SUUT KEMAL YETKİN ( 1903 -1980)

Deneme türünün önemli isimlerindendir.

Denemelerinde edebiyat ve sanat konularını ele almıştır.

ık ve özlü bir anlatıma sahiptir.

Yapıtları:

Deneme: Edebiyat Konuşmaları, Edebiyat Üzerine, Düşün Payı, Günlerin Götürdüğü, Düşünce Payı, Şiir Üzerine Düşünceler, Denemeler, Yokuşa Doğru

İnceleme: Ahmet Haşim ve Sembolizm, Türk Mimarîsi, Edebi Meslekler

NURULLAH ATAÇ (1898 – 1953)

Cumhuriyet döneminin en önemli deneme ve eleştiri yazarıdır.

Türkçeyi yabancı sözcüklerden kurtarmak için büyük çaba sarf etmiştir.

Öz Türkçe kelime kullanmayı yaygınlaştırmıştır.

Devrik cümleye dayalı anlatımın benimsenmesini savunmuş ve eserlerinde uygulamıştır.

Yapıtları:

Deneme, İnceleme, Eleştiri: Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri, Ararken, Diyelim, Sözden Söze, Söz Arasında, Okuruma Mektuplar

Günlük: Günce

SABAHATTİN EYÜBOĞLU (1908 -1973)

Genellikle deneme ve inceleme türünde eser vermiştir.

Anadolu, Atatürk tutkunluğu, demokrasi, halk eğitimi konuları üzerinde durmuştur.

Yapıtları:

Deneme, İnceleme: Mavi ve Kara, Sanat Üzerine Denemeler, Yunus Emre'ye Selâm, Pir Sultan Abdal

ÖMER BEDRETTİN UŞAKLI (1904 – 1946)

Deniz özlemini dile getiren şiirleriyle tanınmıştır.

Sade bir dille ve hece ölçüsüyle yazmıştır.

Yapıtları:

Şiir: Deniz Sarhoşları, Yayla Dumanı, Sarıkız Mermerleri

AHMET MUHİP DRANAS (1908 – 1980)

Sembolizmden etkilenmiş, biçim ve ahenge önem vermiştir.

Destansı bir anlatımı olup ölçü ve uyağa önem vermiştir.

Daha çok insanın iç dünyasını, metafiziği, aşkı, yaşama sevincini ve doğa gibi konuları işler.

Sembolizmin etkisinde kaldığı içindir ki biçim ve ahenge önem vermiştir.

Fahriye Abla, Ağrı, Olvido, Dağlara şiirleriyle daha çok beğenilmiştir.

KEMALETTİN KAMU (1901 – 1948)

Milli Mücadele yıllarında yazdıklarıyla tanınmıştır.

Şiirlerinde savaş, memleket, gurbet ve aşkı işlemiştir.

Hece ile yazdığı lirik ve epik şiirleri beğenilmiştir.

Bingöl Çobanları, Gurbet en beğenilen şiirleridir.

Şiirleri şair öldükten sonra " Kemalettin Kamu, Hayatı, Şahsiyeti ve Şiirleri" adlı kitapta toplanmıştır.

CAHİT KÜLEBİ (1917 – 1997)

Şiirlerinde yurdun değişik manzaralarını ve insanlarını işledi.

Şiirlerini yeni biçim ve romantizmle samimî duygularla yazdı.

Yarım uyakları, iç sesleri kullanmış titiz bir anlatımı tercih etmiştir.

Yapıtları:

Şiir: Atatürk Kurtuluş Savaşında, Adamın Biri, Rüzgâr, Yeşeren Otlar, Süt, Şiirler, Yangın Bütün Şiirler

BEHÇET NECATİGİL ( 1916 -1979)

Kişinin iç dünyasındaki sorunları, ev, aile ve yakın çevre ilişkilerini orta tabakanın yaşamını, teknolojinin getirdiği bunalımları ve metafizik konularını kapalı bir şekilde işleyen şiirler yazdı.

Biçim bakımından yeni şekiller denedi.

Zengin bir sözcük dağarcığı vardır.

Yapıtları:

Şiir: Kapalı Çarşı, Evler, Evler, Eski Toprak, Dar Çağ, Yaz Dönemi, Divançe, Beyler, Sevgilerde

Radyo Oyunu: Yıldızlara Bakmak, Gece Aş Evi, Üç Turunçlar, Pencere

Derleme:

Destanların Özellikleri nelerdir - Destan Nedir

DESTANLARIN GENEL ÖZELLİKLERİ


1- Anonimdirler.
2- Genellikle manzumdurlar. Az olmakla beraber nazım-nesir karışık olan destanlar da vardır. Bazıları, manzum şekilleri unutularak günümüze nesir hâlinde ulaşmıştır.
3- Olağan ve olağanüstü olaylar iç içedir.
4- Destan kahramanları olağanüstü özelliklere sahiptir.
5- Destanlar, tarihî ve sosyal olaylardan doğarlar. Bu eserlerde genellikle, yiğitlik, aşk, dostluk, ölüm ve yurt sevgisi gibi temalar işlenir.
Bir edebiyat türü olan destan, zamanla asıl anlamını yitirmiş, âşık edebiyatında savaşları, ünlü kişileri, gülünç olayları anlatan eserlere de destan denilmiştir. Türk destanları iki gruba ayrılır: İslamiyetten önceki destanlar ve İslamiyetten sonraki destanlar.

11. Sınıf Türk Edebiyatı Yazılı Soruları

I.Beyit:

Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetten

Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetten

II. Beyit:

İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez

Zirâ bu terâzû bu kadar sıkleti çekmez

Müseddes:

Düşün ol zâtı kim emriyle zâtından ıyân olmuş

Vücûd-ı sermedîsinden zemîn ü âsmân olmuş

Düşün deryâyı, her bir katre mevc-i bî- kerân olmuş,

Hafâyâ-yı ilâhîdir ki yekdil, yekzabân olmuş.

Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;

Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hürrem



1. Yukarıdaki manzumelerin temasını bulunuz.

2. İkinci beyti günümüz Türkçesine çevirerek kullanılan edebi sanatları açıklatınız

3. Birinci beyitle müseddesin kafiyelerini bularak kafiye şemasını ve biçimini gösteriniz.

4. Manzumelerden hareketle Tanzimat Edebiyatının şiir özellikleri hakkında en az 5 tane çıkarımda bulunuz.

5. Edebiyatımızda ilk özel gazete, ilk resmi gazete ve yarı resmi gazeteyi yazınız.

6. Ziya Paşanın.. eserine karşı Namık Kemal eserini yazmıştır.

Cümlede boşlukları doldurunuz.

7. Tanzimatın I.Kuşak ile II.Kuşak yazar ve şairlerinin isimleriyle bu iki kuşak arasındaki farklardan 3er tanesini yazınız.

8. Tanzimat edebiyatında ortaya çıkan yeni edebi türler nelerdir, bu türlerin gazete ile ilişkisini açıklayınız.

9. Edebiyatın sosyal ve siyasi hayatla ilişkisini örneklerle açıklayınız.

10. Divân edebiyatındaki klâsik kaside ile Tanzimat dönemi kasidesinin temel farklılığı hangi noktadadır ?

Oğuz Kağan Destanının Özellikleri - Türk Mitolojisi - Destan

TÜRK MİTOLOJİSİ
OĞUZ - KAĞAN DESTANI
1. OĞUZ DESTANININ ÖZELLİKLERİ

Eski Türk tarihinde hükümdarların doğuşu, efsanelere büründürülmüş ve kutsal bir olay gibi anlatılmışlardı. Hükümdarlar böyle kutsallaştırılıp, gökten indirilir iken; elbette ki Oğuz-Kağan gibi, bütün Türk kavminin atası olan kutsal bir kişinin menşeleri de, Tanrıya ve göğe bağlanacaktı. Eski Türklere göre her şeyi yaratan ve her varlığın sahibi olan tek kutsal şey, gökteki biricik Tanrı idi. Aslında göğün kendisi olan Tanrı değildi. Çünkü gök de, yer gibi, maddî birer varlık ve yüce Tanrı tarafından yaratılmış, dünyanın birer parçası idiler. Gök, bir tane idi ve dünyamızın üstünü, bir kubbe şeklinde kaplıyordu. Fakat bu kubbenin üstünde, daha bir çok gökler vardı. Ayın güneşin ve türlü yıldızlar ile burçların dolaştıkları, ayrı ayrı gökler, uzayın sonsuzluklarını kendi aralarında paylaşıyorlardı. Bütün bunların üstünde, bir gök daha vardı ki, bu gökte yaratıcı, büyük ve tek Tanrı oturuyordu. Eski Türkler, göğün katlarını üst üste koyma yolu ile saymamışlardı. Fakat sonradan, biraz da dış tesirler sebebi ile gökleri, yedi veya dokuz kat olarak tarif etmeğe başladılar.

"Oğuz-Kağan destanına, Uygur çağından sonra, hafif dış tesirler girmeğe başladı":

Göktürk çağında, eski Türk dini ile inançları, bozulmadan devam etmekte ve gittikçe de gelişmekte idi. Uygur devleti kurulup da, yeni bir çok dinler Türkler arasına girmeğe başlayınca, durum biraz daha değişti. Çünkü Uygurlar, çok daha önceleri Çin'in ortalarında gezmişler, ticaret yapmışlar ve birçok insanlarla karşılaşarak, konuşmuşlardı. "Bu dış ilişkiler, Uygurlara birçok yeni görüşler getirmiş ve onlarda, büyük dinlere inanmak ihtiyacını doğurmuştur." Ticaret, eski Türk savaşçılarının dini ile, pek bağdaşan bir meslek değildi. Eski Türk dini, disiplin, otorite ve savaşçılığı, her şeyden üstün tutuyordu. Halbuki tüccarlar, daha geniş ve rahat bir hayata sahip olmak zorunda idiler. İşte bunun içindir ki, bu zamana kadar Türkler göğe ve gökten gelen kutsallıklara inanırlar iken, Uygur çağında durum birdenbire değişiyordu. Uygurlar, köklerini Suriye'den alıp, İran'da gelişen Mani dinini aldıktan sonra, aya daha çok önem vermeye başladılar. Aslında ise Türklerde, kutsal olan en önemli şey, gökten sonra dünyamızı ısıtan güneş idi. "Uygurların, güneşten aya geçmiş olmaları, yeni bir düşüncenin başlangıcı gibi sayılabilirdi". Bu sebeple, Uygurlar çağında yazılmış Oğuz-Kağan destanlarında, eski Türklerin dedikleri gibi kutsal kişiler, artık "Göğün oğlu" değil; "Ayın oğulları" oluyorlardı. Oğuz-Kağan da "Ay Tanrı" nın bir oğlu idi. Destan, daha başlangıçta, şöyle başlıyordu:

"Aydın oldu gözleri, renklendi ışık doldu,
"Ay-Kağan'ın o gündü, bir erkek oğlu oldu!"

Eski Türkler de iyi ve güzel olayları, aydınlık ve ışıkla anlatırlardı. Biz, nasıl yeni bir oğlu olan dostumuza, "Gözlerin aydın olsun" diyor isek, onlar da Oğuz-Kağan'ın doğuşu dolayısı ile, "Ay Kağan'ın gözleri aydın oldu, renklendi", diyorlardı.

"Müslüman olmuş Oğuz Türklerinin destanları da, Türk mitolojisinin en eski motifleri ile dolu idiler":

Fakat Türkler, çoktan müslüman olmuş ve İslâmiyetin ana prensiplerine gönülden bağlanmışlardı. Aslında ise, İslâmiyet ile eski Türk dini arasında büyük ayrılıklar da yoktu. Buna rağmen, eski Oğuz-Kağan destanları, elbetteki İslâmilyetin birçok inançları ile uygunluk gösteremeyecekti. Bunun içindir ki, İslâmiyetten sonra yazılan Oğuz-Kağan destanlarında, biraz daha değişiklik yapılmış ve İslâmiyete uydurulmuştu. İslâmiyeti kabul eden Türkler bizce Uygurlara nazaran, eski Türk an'anesini ve töresini daha çok korumuşlardı. Tabiî olarak biz Oğuz Türkleri üzerine, daha büyük bir önem veriyoruz. "Çünkü Oğuzlar, bütün Ortaasya ve Türk âleminin, en soylu ve en gelişmiş zümreleri idiler". Şehir hayatına çoktan başlamış olmalarına rağmen, eski Türk devlet teşkilâtı ile disiplini, onların ruhlarından henüz daha silinmemişlerdi. Bu sebeple Oğuz Türklerinin destanlarında, Uygurlarınkine nazaran, daha eski ve daha köklü motifler görüyoruz. İslâmiyetten sonraki Türk destanlarına göre, "Oğuz-Han'ın babası Kara-Han" idi. Oğuz Han'ın babasının, "Kara-Han" adını alması da boş değildi. Eski Türklerde, "Ak ve kara soylular ile halkı birbirinden ayıran, sembolik renkler" idi. "Ak-Kemik", Kağanlar ile, onların oğulları idiler. "Kara-Kemik" ise, halk tabakasından başka bir şey değildi. Diğer kitaplarımızda da her zaman söylediğimiz gibi, Türk halklarının "ak" ve "kara" şeklinde ayrılmış olmalarına rağmen, aralarında bir sınıf mücadelesi yoktu. Müslüman Türkler, Oğuz-Han'ın babasına "Kara-Han" diyorlardı. Çünkü kendisi Müslüman değildi. Müslüman olmak isteyen oğlu Oğuz-Han'a da engel olmak istemişti. Tabiî olarak bu fikirlerimiz tam ve kesin değildir. Fakat Türk tarihi ve an'aneleri hakkındaki bilgilerimiz, bizi bu sonuca doğru sürüklemektedirler. Oğuz Han Müslüman Türklere göre, babasından çok, an'anesine bağlıdır. Bu sebeple Oğuz destanını anlatmağa başlarlar iken, hemen şöyle derler:

Üç gün üç gece geçti, annesine gelmedi,
Annenin memesinden, bir damla süt emmedi.
Bana gelmedi diye, annesi ağlıyordu,
Sütümü emmedi diye, kalbini dağlıyordu.
Ağlayıp sızlıyordu, beşiğe dolanarak,
Sütümü, az em diye, çocuğa yalvararak!

2. TÜRK MİTOLOJİSİ VE KUTSAL ÇOCUKLAR

Oğuz Han diğer Türk destanlarında olduğu gibi doğar doğmaz, bir olgunluk ve erginlik gösteriyordu. Annesi, henüz daha Müslüman olmamıştı. Annesine karşı, bu kırgınlığın sebebi de, bundan başka birşey olmamalıydı. Nitekim az sonra Oğuz Han annesi ile konuşmağa başlar ve ona şöyle der:

Ey, benim güzel annem, öğüdümü alırsan!
Yüce Tanrı'ya tapıp, eğer hakkı tanırsan!
O zaman memen alır, ak sütünü emerim!
Bana lâyık olursan, adına anne derim!
Oğuz-Kağan'ın annesi, henüz daha üç günlük beşikte yatan çocuğunun, böyle konuşup söyleşmeye başladığını görünce, ona kalpten bağlanır ve Tanrıya inandığını oğluna söyler. Müslüman Türklerin söyledikleri bu Tanrı, İslâmiyetin Allah'ından başka birşey değildi. Fakat aynı zamanda destanlar, zaman zaman bir "Gök Tanrısı" ndan da söz açıyorlar ve eski Türklerin, gerçek inançlarını açığa vurmaktan geri kalmıyorlardı. Eski Türklerde de "üç sayısı" ve "üç yaşında" olma önemli idi. Fakat Türk mitolojisinin en önemli sayısı "yedi" ile "dokuz" sayılarıdır. Müslüman Türklerin Oğuz destanlarında: "Oğuz-Kağan, üç gün içinde olgunlaşmıştı". Halbuki eski Altay destanlarında: "Çocuğun olgunlaşması için, yedi günün geçmiş olması gerekiyordu". Hatta çok güzel, şöyle bir Altay efsanesi de vardır:

Altay'da olmuş idi, bir çocuk doğmuş idi,

Dünyaya gelir iken, nurlara boğmuş idi.
Yedi kurtlar uçmuşlar, koku alıp koşmuşlar,
"Çocuğu ver", demişler, uluyarak coşmuşlar.
Annesi çok ağlamış, yüreğini dağlamış,
Çocuk da dile gelmiş, yarasını bağlamış.
Demiş: "Anne, sızlama! Oyala da, ağlama!
"Yedi gün mühlet iste, işi bağla sağlama!"
Yedi gün mühlet dolmuş, annenin benzi solmuş,
Oğlan beşiği kırmış, bir civan yiğit olmuş.
Bu Altay efsanesi mitolojinin ta kendisidir. Gerçi Oğuz-Kağan destanı da, bir mitolojidir. Fakat büyük devletler kurup gelişen Türk toplumları, onun içindeki akla uymayan motifleri ayıklamış ve gerçekçi bir şekle sokmuşlardı. Oğuz-Kağan destanında, göklerde dolaşıp, ğögün çeşitli katlarını zapteme ve türlü ruhlarla çarpışma, kutsal bir Hakandı. Fakat O, daha çok, bir insandı. İnsanlık özelliklerini taşımış ve insanların yaşadığı yeryüzünü zaptederek, Tanrı adına, idare etmeğe memur edilmişti. Az önce özetini yaptığımız Altay efsanesi dikkatle incelenince, daha birçok mitolojik motifler de ortaya çıkacaktır. Meselâ "Yedi kurt"."Büyük ayı burcu" nun, yedi yıldızında başka bir şey değildi. Çünkü Türklere göre: "(Büyükayı burcu'nun yedi yıldızı, kalın ve demir zincirlerle Kutup yıldızı'na bağlanmış, yedi azgın kurt idiler). Bir ara bu kurtlar, çocuğun atı ile tayını da alıp götürmek isterler. Bu savaşlar sırasında çocuk sıkışınca, akıllı ve kutsal buzağısı da ona yol gösterir ve başarı sağlamasına imkân verir. (Türklere göre 'Küçükayı burcu', iki at tarafından çekilen, bir arabadan başka birşey değildi.) Bu burcun etrafından dönen Büyükayı burcunun yedi kurdu, bu iki atı yakalayıp yemek isterler ve bunun için de gökyüzünde, durmadan onların etrafında dönerlerdi. (Altay efsanesi göre). Küçükayı burcu, çocuğun dostu ve yakını idi. Boğa burcu da, herhalde yine bu kahramanın buzağısından başka birşey olmamalıydı".

Görülüyor ki, Oğuz-Kağan destanı birdenbire uydurulmuş ve yazılmış bir hikâye değildi. Onun kökleri, yüzyıllar önce inanılmış ve söylenmiş, Türk efsaneleri ile inançlarına dayanıyordu. Süzüle, süzüle, akla mantığa uymayan bölümlerin, gerçeğe uydurulması ile, bütün Türklerin malı olan Oğuz-Kağan destanı meydana gelmişti.
3. OĞUZ - KAĞAN'IN DOĞUŞU
"Oğuz-Kağan, kutsal bir şekilde doğmuştu":

Az önce, büyük Türk kahramanlarının, genel olarak kutsal bir şekilde doğduklarını söylemiştik. Elbette ki Oğuz-Kağan'ın da doğuşu da, kutsal ve fevkalâde bir şekilde olmalıydı. Nitekim Uygurların Oğuz-Kağan destanı, O'nun doğuşunu şöyle anlatıyordu:
Gök mavisiydi sanki, benzi bu oğlancığın!
Ağzı kıpkızıl ateş, rengi bu oğlancığın!
Al, al idi gözleri, saçları da kapkara,
Perilerden de güzel, kaşları var ne kara!
Oğuz-Kağan doğarken, benzinin rengi tıpkı gök mavisi gibi idi. Yüz, eski Türklere göre, insanın en önemli bir yeri idi. Utanç, kötülük ve hatta kutsallık bile, insanın yüzüne akseden özellikleri idiler. Kötü bir insanın yüzü, elbette kara idi. İyilerin de yüzleri, aktı. Ama kutsal insanların yüz rengi, gök mavisinden başka birşey olamazdı. Çünkü gök, Tanrı'nın oturduğu ve hatta bazan, Tanrı'nın kendisinden başka birşey değildi. "Oğuz-Kağan doğarken, yüzünün gök renkten olması, onun gökten geldiğini ve Tanrı'nın rengini taşıdığını gösteren bir belirti idi." Biz yanlış olarak Türklerin, "Gök Börü", yani gök kurt dedikleri kutsal kurda, bozkurt adını veregelmişiz. Aslında ise gök ile boz arasında büyük ayrılıklar vardır. Türklerin kutsal kurtlarının rengi de gök idi. Çünkü o Tanrı tarafından gönderilmiş bir elçiden başka bir şey değildi. Belki de Tanrı'nın ta kendisi idi. Tanrı, kurt şekline girerek Türklere görünüyor ve onlara başarı yolu açıyordu. Onun için de, kurdun rengi gömgök idi. Daha sonraları Türkler, gök rengini olgunluk, erginlik ve tecrübenin bir sembolü olarak görmüşlerdir.

Oğuz-Kağan'ın ağzı ateşe niçin benzetilmişti":

Bugün Anadolu'da söylenen, "Gözleri Kanlı" deyimi de, bize çok şeyler ifade eder. O'nun gözlerinin al oluşu, daha doğrusu kan rengine benzemesi, Oğuz-Kağan'ın büyük bahadarlığının, bir özelliğinden başka bir şey değildi. Cengiz-Han da doğarken "avucunun içinde bir kan pıhtısı" tutuyordu. Bunu gören annesi ile babası şaşırmış ve hemen Şamanlara koşmuşlardı. Şamanlar ise, O'nun dünyayı zaptedeceğini ve büyük bir bahadır olacağını söylemişlerdi. Fakat Cengiz-Han çağı ile ilgili efsaneler, en eski Türk ve Ortaasya özelliklerini göstermiyorlardı. Elbetteki onları kökleri de, Türk mitolojisine dayanıyordu. Fakat Çin yolu ile, Moğollara birçok yabancı tesirler girmişti. Türklerde yeni doğan kahramanlar, avuçlarında bir kan pıhtısı tutmazlardı. Çünkü biraz da, eski Hint mitolojisinin motiflerinden biri idi. "Türklerin kahramanlarının gözleri, kırmızı ve kızıldır." Çinde de, bu vardır. Fakat çin kahramanlarının gözleri yalnız kırmızı olmakla kalmazlar, aynı zamandan cam gibi de parlarlardı. Çinliler, "Büyük bir Göktürk Kağanı Mohan Kağan'dan söz açarken, onun da yüzünün kıpkırmızı ve gözlerinin cam gibi parladığını" söylüyorlardı. Herhalde Mohan-Kağan, acayip bir fizyonomiye sahip değildi. Fakat 20 sene müddetle, bütün Çin'i korkutmuş ve diz çöktürmüş bir hükümdardı. Eski Türkler, kırmızı renk için genel olarak "al" sözünü kullanırlardı. Fakat bu söz sonradan, biraz da manevi bir anlam almıştı. Nitekim loğusaları basan ve kötülük yapan, "Albastı" da, yine bu rengi taşıyordu. Altay Türkleri, büyük kurt sürülerini idare edip, köylere korkunç zararlar veren kurtlara da, zaman, zaman, "al-börü" derlerdi. Bu allık, kurdun veya albastı gibi ruhların renginden dolayı değil; daha çok, onların korkunç zararlar vermesinden ileri geliyordu. Çünkü onlar güçlü ve kudretli idiler. Tıpkı yeryüzünü zapteden ve kendi egemenliği altında toplayan Oğuz-Kağan gibi.

"Oğuz-Kağan'ın yüzünün rengi gök mavisi, gözleri de al, yani kırmızı idi".

Bazıları al sözünü, "ela" şeklinde anlamak istemişlerdi. Fakat tabiî olarak, bunun aslı yoktur. Çünkü, "Oğuz-Kağan'ın saçları da kara" idi. Sarı değil. Bu sebeple gözlerinin elâ olmasına da, hiçbir sebep yoktu.

4. OĞUZ - KAĞAN'IN ÇOCUKLUĞU

"Türk mitolojisinde kahramanlar, 'üç' veya 'yedi' günde konuşurlardı":

Az önce, Müslüman olmuş Türklerin Oğuz-Kağan destanlarından söz açarken, Oğuz-Kağan'ın üç günde konuşmağa başladığını belirtmiştik. İslâmiyetin tesirleri görülmeyen, Uygurca Oğuz Kağan destanında da, aynı şeyleri görüyoruz. Ama, yukarıda da dediğimiz gibi, eski Türk efsanelerinde büyük kahramanlar çoğu zaman "Yedi günde kendilerine gelir ve kırk gün sonra da bir delikanlı gibi hayata başlarlardı". Nitekim Uygurların Oğuz Destanı, Oğuz'un küçüklüğünü şöyle anlatıyordu:
Geldi ana göğsünü, aldı emdi sütünü,
İstemedi bir daha, içmek kendi sütünü.
Pişmemiş etler ister, aş yemek ister oldu,
Etraftan şarap ister, eğlenmek ister oldu.
Ansızın dile geldi, şiirler düzer oldu,
Aradan kırk gün geçti, oynaşır, gezer oldu.

Geldi ana göğsünü, aldı emdi sütünü,
İstemedi bir daha, içmek kendi sütünü.
Pişmemiş etler ister, aş yemek ister oldu,
Etraftan şarap ister, eğlenmek ister oldu.
Ansızın dile geldi, şiirler düzer oldu,
Aradan kırk gün geçti, oynaşır, gezer oldu.
"Türkler yemeklerini, ilk çağlardan beri pişirerek yerlerdi":
Türkler herhalde, tarihten çok önceki çağlarda bile, yemeklerini pişirerek yemeğe başlamışlardı. Nitekim, Göktürklerin Çin kaynaklarında bulunan ilk efsaneleri de, "İlk Türk Atasının, ateşi icât ettiğini ve yemekleri pişirmeği öğrettiğini," söylüyordu. Sibirya'nın tundralarında yaşayan geri halklar, Türklere nazaran çok daha sonraki çağlarda yemeklerini pişirip, yemeği öğrendiler. Nitekim, Fin'lerle Macar'ların ataları olan Batı Sibiryalılar, kendi atalarının çiğ et yediklerini söylerler ve bununla öğünürlerdi. Onlar, daha güneylerindeki Ortaasya Türk halklarına, "yemeklerini pişirenler" derler ve kendilerini, onlardan ayırırlardı. Gerçi bu Sibirya halkların da, sonradan yemeklerini pişirmeğe başlamışlardı. Ama, zaman zaman bu eski hatıraları yadetmek için "çiğ et yeme törenleri" yapmağı da, ihmal etmezlerdi. Türk mitolojisinde, Türk çiğ et yediğine dair, elimizde hiçbir delil yoktur. Ama büyük kahramanlar, o kadar korkunç idiler ki, zaman zaman çiğ et bile yerlerdi. Onun için Oğuz-Kağan'ın, çiğ et istemesinin sebebi de, bundan ileri geliyordu.

"Oğuz-Han'ın vücudu, güçlü ve korkunç hayvanlara benzetilirdi":

Dede Korkut masallarında da büyük kahramanların yürüyüşü, arslanlara benzetilmiş ve vücut yapıları da, korkunç hayvanlar gibi anlatılmışlardı. Oğuz-Kağan destanında da, az da olsa bunları görmüyor değiliz. Uygurların Oğuz destanı, Oğuz-Kağan'ın şeklini, şöyle anlatıyordu:
Öküz ayağı gibi, idi sanki ayağı,
Kurdun bileği gibi, idi sanki bileği.
Benzer idi omuzu, ala samurunkine,
Göğsü de yakın idi, koca ayınınkine!
Destana göre, Oğuz'un elleri ve pençesi, ayının büyük ve güçlü pençesini andırıyordu. Ama kurdun bileği başka idi. Kurt, yeryüzündeki hayvanlar içinde, koşma bakımından, en dayanıklı hayvandı. Bir türlü yorulma bilmezdi. Bileği ince idi. Fakat o ince bilekli kurdun pençesi korkunçtu. Bir samur büyüklüğündeki, kıllı omuzlar ve ayının göğsü gibi, gergin ve şişkin ğögüsler, Oğuz-Kağan'ın bir insan olarak ne derece güçlü olduğunu anlatmağa yarayan sözlerdi.

"Oğuz-Kağan'ın vücudu niçin "tüylü" idi":

Eski Türkler, "ilk insanın, tüylü olduğuna inanırlardı." Altaylarda yaşayan birçok efsanelerde, bu konu ile ilgili, sayısız örneklere rastlıyoruz: "Tüylere kaplı olan ilk insan, Tanrı'ya karşı günah işlemiş ve bundan dolayı da tüyleri dökülmüştü. Tüyleri dökülünce de insanoğlu, bir türlü hastalıktan kurtulamamış ve ölümsüzlüğü elinden kaçırmıştı. (Bir söylenişe göre) Tanrı, insanı yaratırken şeytan gelmiş ve insanın üzerine tükürerek, her tarafına pislik içinde bırakmıştı. Tanrı da, insanın dışını içine, içini de dışına çevirmek zorunda kalmıştı. Bu suretle insanın içinde kalan şeytanın pisliği ve tüyler, insanoğlunun ruhunu ve ahlâkını kötü yapmıştı. İnsanın gerçi dışı, Tanrı yapısı idi ve güzeldi ama; içi şeytan tarafından kirletilmiş ve şeytana benzer, bir özelliğe bürünmüştü". Bu sebeple Oğus destanında, bu çok eski Türk inançlarının izlerini de buluyoruz. Çünkü Oğuz-Kağan, bizim gibi tüysüz değil; her tarafı kıllarla dolu ve fevkalâde bir yaratıktı:
Bir insan idi fakat, tüyleri dolu idi,
Vücudu kıllı idi, çok uzun boylu idi.
Güder at sürüleri, tutar, atlara biner,
Daha bu yaşta iken, çıkar, avlara gider.
Geceler günler geçti, nice seneler doldu.
Oğuz da büyüyerek, bir yahşi yiğit oldu!
5. OĞUZ - KAĞAN'IN GENÇLİĞİ

Türk mitolojisinde büyük kahramanların, çocukluk ile gençliğini birbirinden ayıran, bazı önemli, çağlar vardı. Altay efsanelerinde bu çağ, daha çok "Ad koyma" töreni ile başlardı. Adı olmayan bir çocuk, henüz daha yetişkin bir genç ve kahraman sayılmazdı. Bir gencin ad alabilmesi de, kolay bir iş değildi. Elbette adsız bir insan olamazdı. Her çocuğa Türkler, doğuşundan itibaren bir ad verirlerdi. Fakat bu ad, onun gerçek adı ve ünvanı sayılmazdı. Hatta Türkler kahramanlarına, her yeni bir başarı üzerine, yeni bir ad daha verirlerdi. Daha yüksek bir rütbeye terfi eden kimseler bile, yeni memuriyet unvanı ile beraber, ayrıca bir ad da alırlardı. Bu sebeple Çin kaynakları, bu bakımdan bize bir çok güçlükler çıkarmışlardır. Meselâ, büyük bir komutan veya Kağan'ın, bir gençlik adı vardır. Geçliğinde büyük şöhret elde eden bu komutanlar, Çin kaynaklarında çoğu zaman, gençlik adları ile adlandırılırlardı. Zaman zaman bunlar, bazı savaşlar dolayısı ile yeni ünvanlar alırlardı. Fakat Çin kaynaklarında bu Türkler, gençlik ve olgunluk adları ile geçince, tarihçeler için, kimin kim olduğunu anlamak, adetâ çok güç bir hale girer. Bu sebeple Oğuz Han'ında, gerçek bir ad ve unvan alabilmesi için, büyük bir kahramanlık ve başarı göstermesi lâzımdı. Eski Türk tarihinde de, "Baş kesmeyen ve kan dökmeyen" şehzadelere, gerçek adları verilmezdi.

6. OĞUZ'UN BİR GERGEDAN ÖLDÜRMESİ

"Oğuz korkunç bir gergedan öldürerek, erginliğini ispat etmişti":

Bunun içindir ki, Oğuz-Kağan, insanları ve sürüleri yiyen bir gergedanı öldürür ve milletini, büyük bir belâdan kurtarır. Eski Türkler, karanlık ve sık ormanlara da saygı gösterir ve hatta onlara tapılanırlardı. Türk tarihinde, yeni tahta çıkan hükümdarların, bir orman dikerek, kendi adlarına yetiştirdikleri de görülmemiş değildir. Nitekim Oğu-Kağan destanında da, Oğuz'un yurdunun yanında büyük bir orman ve içinde de bir "gergedan" yaşardı. Destan bu olayı şöyle anlatıyordu:
Bir büyük orman vardı, Oğuz yurdundan içre,
Ne nehir ırmaklar, akardı bu orman içre.
Ne çok av hayvanları, ormanda yaşar idi,
Ne çok av kuşları da, üstünde uçar idi.
Ormanda yaşar idi, çok büyük bir gergedan,
Yer idi yaşatmazdı, ne hayvan ne de insan!
Başardı sürüleri, yer idi hep atları,
Yokluk verir insana, alırdı hayatları!
Vermedi hiçbir zaman, insanoğluna aman!
Hepimiz biliyoruz ki, Ortaasya'da "gergedan" yoktu. Türklerin gergedan görmüş olmaları da, pek ihtimal dahilinde değildi. Ama gergedanın, çok korkunç bir hayvan olduğu kulaktan kulağa, Ortaasya'ya kadar gelmiş ve Türk mitolojisinde de gerekli yerini almıştı. Gergedanın yaşadığı bölgeler, Çin'e yakın olan bölgelerdi. Fakat Çinliler de gergedanın esas şeklini bilmiyorlardı. Çinlilere göre, "Gergedan, burnunun ucunda sivri boynuzu bulunan, bir geyikten başka birşey değildi". Ama gergedan, Çin'de büyük bir öneme sahipti. Çünkü Çin İmparatorları ile büyük komutanlar, zırhlarını gergedan derisinden yaparlardı. Bu bakımdan onlar gergedanın derisini ve dolayısı ile, bu hayvanın büyüklüğünü de tasavvur edebiliyorlardı. Gergedan motifi bakımından Türk mitolojisine, Çin tesirleri de olabilirdi. Fakat gergedanla ilgili bilgiler Türklere daha çok Batı Türkistan ve Hindistan yolu ile gelmişti. Türkler gergedana "kıyant" derlerdi. Bu söz de, Hindistan ile Batı Türkistan'da yayılmış bir deyimdi. Oğuz-Kağan, kendi milletine bu kadar zarar veren gergedanı duyunca, onu avlamak ister ve yola çıkar. Destan Oğuz'un yıla çıkışını şöyle anlatıyordu:
Oğuz-Kağan derlerdi, çok alp bir kişi vardı,
Avlarım gergedan: diye o yere vardı.
Kargı, kılıç aldı, kalkan ile ok ile,
Dedi: "Gergedan artık, kendisini yok bile!
Ormanda avlanarak bir geyiği avladı,
Bir söğüt dalı alıp, bir ağaca bağladı.
Döndü gitti evine, sabah olmadan önce,
Tam tan ağarıyordu, geyiğine dönünce,
Anladı ki gergedan, geyiği çoktan yuttu,
Geyiğin yerine de, büyük bir ayı tuttu.
Belinden çıkararak, altın bakma kuşağı,
Ayıyı astı yine, o ağaçtan aşağı,
Tabiî olarak efsaneye göre, gergedan ayıyı da yutmuştu. Çok iyi biliyoruz ki gergedan, otla geçinen bir hayvandır. Halbuki gergedanı yakından tanımayan Türkler, onun et yediğini zannediyorlardı. Çünkü onlara göre, bütün korkunç hayvanlar et yerler ve etle beslenirlerdi. Oğuz'un belindeki kuşağı altındı. "Kuşak, Türkler için çok önemli bir hükümdar sembolüdür". Çünkü her hükümdarın belindeki kemerin altın olması, onun hükümdarlığını gösteren bir sembol ve belirti idi. Oğuz-Kağan, daha gençliğinde bu kuşağı kuşanmış ve hükümdarlığa hazırlanmıştı. Öyle öyle anlaşılıyor ki Oğuz-Kağan gergedana büyük bir tuzak kurmuş ve onu, bu yolla avlamak istemişti. Fakat gergedan, her defasında bu tuzağa düşmeden, gelip, avını almasını bilmişti. Bunun için Oğuz, başka yol görmemiş ve bizzat kendisi, gergedanın karşısına çıkarak, onu öldürmek zorunda kalmıştı. Destan bu korkunç vuruşmayı da, şöyle anlatıyordu:
Yine sabah olmuştu, ağarmıştı çoktan tan,
Oğuz baktı ki almış ayısını gergedan.
Artık bu durum onu, can evinden vurmuştu,
Ağaca kendi gidip, tam altında durmuştu!
Gergedan geldiğinde, Oğuz'u görüp durdu,
Oğuz'un kalkanına, gerilip bir baş vurdu!
Kargıyla gergedanın, başına vurdu Oğuz!
Öldürüp gergedanı, kurtardı yurdu Oğuz!
Keserek kılıcıyla, hemen başını aldı,
Döndü gitti evine, iline haber saldı!
"Altay Türk efsanelerindeki kahramanlar da, boynuzlu" canavarlar öldürürlerdi":

Oğuz-Kağan'ın korkunç bir canavar öldürerek, kendi yurdunu kurtarması, Türk mitolojisinin ilk ve son motifi değildir. Bu motif, dışarıdan gelmiş bir tesire de bağlanamaz. Gerçi Türkler gelişip yayıldıktan sonra, "gergedan" gibi korkunç hayvanların bulunduğunu da duymuşlar ve efsanelerini bu yeni bilgilere göre anlata gelmişlerdi. Fakat bu olayın kökleri, çok eski Türk inançlarından ve efsanelerinden geliyordu. Nitekim, Altay efsanelerinde de, buna benzer olaylar görüyoruz. Bu efsanelerdeki kahramanların, öldürdükleri canavarlar da, "boynuzlu" idiler. Bu efsanelerden birini, çok kısa olarak özetleyip, aşağıda verelim:
Yedi gün geçmişti ki, oğlan başladı işe,
Demir beşiği kırdı, kendini attı dışa.
Yedi dağı dolaştı, yedi geyik avladı,
Boynuzlarını yonttu, birbirine bağladı.
Öyle bir yay yaptı ki, kirişsiz olmaz idi,
Böyle büyük yaya da, her kiriş uymaz idi.
Duydu bir hayvan varmış, çok büyük bir canavar!
"Bari gideyim", dedi, "Belki derisi uyar!"
Oğlan göklere gider, devlerle de savaşır,
Büyük bir dağa çıkar, canavara ulaşır,
Bu ne müthiş hayvandı, bir dağa yaslanmıştı,
Bir dağa da yatmıştı, upuzun uzanmıştı.
Oğlana bakaraktan, sanki göz kırpıyordu,
Uzun boynuzlarıyla, gökleri yırtıyordu!...
Bu Altay efsanesi, tam bir mitolojidir. Çünkü efsanenin kahramanı, atı ile göklerde uçar ve göğün katlarını gezerek, canavarı aramağa koyulur. Oğuz-Kağan destanındaki canavar, Oğuz yurdunun hemen yanındaki bir ormanda yaşamaktadır. Altay efsanesindeki canavar ise, göklerin derinliğindeki, efsanevî dağların ve göllerin içinde yaşar.

"Müslüman Türkler, Oğuz-Kağan'ın gençliğini mitolojiden kurtarmak istemişlerdi":
Müslüman Türkler, Oğuz-Han'ın ad alması için, böyle bir kahramanlık yapmasını gerekli görmemişlerdi. Oğuz-Han, kendi adını kendi vermiş ve bütün Oğuz milleti de, onun bu arzusuna uymuşlardı. Efsaneler, onun ad alışını şöyle anlatıyorlardı:
Büyük toy yapılırdı, eski Türk âdetince,
Böyle ad seçilirdi, çocuğun kudretince,
Kara-Han atlar kesti, Oğuz ad bulsun diye,
Çağırdı hep Türkleri, yurdu şen olsun diye.
Oğuz-Han birden bire, adım Oğuz'dur dedi,
Beklemedi kimseyi kendi adını verdi,
Ne kadar Türk var ise, hepsi şaşa kaldılar,
Bu Tanrı sözü deyip, buyruğa katıldılar.
Bundan da anlaşılıyor ki Oğuz-Han'ın daha çok küçük yaşta iken kendi adını koyması, milletince bir Tanrı buyruğu gibi kabul edilmişti. Daha sonraki Türk efsanelerinde olduğu gibi burada, gök sakallı bir ihtiyar görülmüyordu. Oğuz-Han, Tanrının gönderdiği gök sakallı elçilerin yerine bizzat geçmiş ve kendi adını, kendisi vermişti. Daha sonraki Oğuz destanının parçaları sayılan "Dede Korkut" hikâyelerinde, çocukların adları, genel olarak "Dede Korkut" un kendisi tarafından verilirdi. Anadolu Masallarında ise gök sakallı ihtiyarlar ile "Hızır" ın ve hatta "Dede Korkut" yerine, ihtiyar dervişler geçmişlerdi.

7. OĞUZ KAĞAN'IN EVLENMESİ
Müslüman Türkler Oğuz Kağan'ı, normal bir insan gibi kabul etmişler ve onu, öylece evlendirerek, bir yuva kurdurmuşlardı. Halbuki İslâmiyetin tesirleri görülmeyen Oğuz destanlarında, durum daha başkadır. Uygurların Oğuz destanına göre Oğuz Kağan, "Gökten inen göğün kızı ve yerdeki bir ağaç koğuğundan çıkan, yerin kızları ile evlenmiş" ve bu yolla soyunu meydana getirmişti. Burada artık Oğuz-Kağan destanı, bir destan değil; daha çok, gerçek bir mitoloji halinde idi. Öyle bir mitoloji ki, Türklerin dünya görüşlerini, uzay anlayışlarını ve dolayısı ile, Cihân hakimiyeti hakkındaki düşünce ve isteklerini, hep kendisinde topluyordu. Oğuz-Kağan, mitolojik bir Türk hükümdarı idi. Yeryüzünü zaptetmiş ve büyük bir devlet kurmuştu. Bu olay, tıpkı bir tarih gibi anlatılıyordu. Aynı zamanda destanda, bir hikâye çeşnisi de vardı. Ama Oğuz destanı, Binbir Gece Masalları gibi, hayal mahsülü ve uydurulmuş, bir masal değildi. Oğuz-Kağan destanı, Türklerin düşünüş, inanış ve binlerce seneden beri gelişerek, olgunluğa erişmiş fikirlerinin, bir özeti gibi idi. Fikirler, düşünceler ve semboller, tarih olayları ile anlatılmışlardı. Oğuz-Kağan da, hatunları da, çocukları ve akınları da, hepsi birer sembolden başka şeyler değil idiler. Oğuz-Kağan'ın gökten inen kızla evlenişini, Uygurların destanı şöyle anlatıyordu:
OĞUZ'UN, GÖĞÜN KIZI İLE EVLENMESİ

Oğuz-Kağan bir yerde, Tanrıya yalvarırken,
Karanlık bastı birden, bir ışık düştü gökten,
Öyle bir ışıktı ki, parlak aydan, güneşten.
Oğuz-Kağan yürüdü, yakınına ışığın,
Gördü, oturduğunu ortasında bir kızın.
Bir ben vardı başında, ateş gibi ışığı,
Çok güzel bir kızdı bu, sanki Kutup yıldızı!.
Öyle güzel bir kız ki, gülse, gök güle durur!
Kız ağlamak istese, gök de ağlaya durur!
Oğuz kızı görünce, gitti aklı beyninden,
Kıza vuruldu birden, sevdi kızı gönülden.
Kızla gerdeğe girdi, aldı dilediğinden!
Eski Türklere göre, hem gök ve hem de yer, kutsal idiler. İran'da ve Avrupa mitolojisinde olduğu gibi, yer kötülüğün ve fenalığın bir sembolü değildi. Ama gök, yerden daha önemli idi. Bu sebeple Oğuz-Kağan ilk önce, gökten inen kutsal kızla evlenmişti. Daha sonraki Altay efsanelerinde de, buna benzer motifler görüyoruz. "Altay dağlarının vadilerine sıkışmış kalmış olan bu Türkler, büyük devlet kuramamışlardı. Onların, ne Kağanları ve ne de hükümdarları vardı. Bu Türkler arasında, kağanların yerlerini, Şamanlar alıyorlardı". Çünkü, cemiyet içinde söz ve güç sahibi olanlar, Şamanlar idiler. Bu sebeple Şamanların soyları da, eski Türk Kağanları gibi kutsal ve gökten geliyorlardı. Bu efsaneye göre: "Şamanların atası olan büyük bir Şaman, gökle yerin kızı ile evlenmiş ve onlardan, Altay Şamanları türemişti. (Bazıları da), gökle suların kızları ile evlenmişlerdi". Bütün bunlar bize gösteriyor ki, belirli mitoloji motifleri, her bölgeye ve çağa göre değişiyorlar; fakat ana özelliklerini kaybetmiyorlardı. Bundan sonra da Oğuz-Kağan, yerin kızı ile evlenir. Destanlar, Oğuz-Han'ın bu ikinci hatunu buluşunu da, şöyle anlatırlar:
OĞUZ'UN, YERİN KIZI İLE EVLENMESİ

Ava gitmişti birgün, ormanda Oğuz-Kağan:
Gölün tam ortasında, bir ağaç gördü yalnız,
Ağacın koğuğunda, oturuyordu bir kız.
Gözü gökten daha gök, sanki Tanrı kızıydı,
Irmak dalgası gibi, saçları dalgalıydı.
Bir inci idi dişi, ağzında hep parlayan,
Kim olsa şöyle derdi, yeryüzünde yaşayan:
"Ah! Ah! Biz ölüyoruz! Eyvah, biz ölüyoruz!"
Der, bağırıp dururdu! Tıpkı tatlı süt gibi, acı kımız olurdu!
Oğuz kızı görünce, başından aklı gitti,
Nedense yüreğine, kordan bir ateş girdi.
Gönülden sevdi kızı, tuttu aldı elinden,
Kızla gerdeği girdi, aldı dilediğinden.
"Bir gölün ortasında bulunan adalar", Türk mitolojisinin en önemli motiflerinden biridir. Uygurların Türeyiş efsanelerinde ise bu kutsal adacık, iki nehrin kavuştuğu bir yerde bulunuyordu. Oğuz-Han destanındaki Kıpçak Bey'de, "Göl ortasında bulunan bir adacıkta ağaç kovuğunda doğmuştu". Ağaç, köklerini yerden alıyor ve kimbilir yerin ne kadar derinliklerine kadar inebiliyordu. Bu sebeple bereketin sembolü olan ağaç, yerin soylarını da temsil edeyordu. Destan, "Ğögün kızını Kutup yıldızına benzetirken, yerden gelen kızın saçlarını ise, ırmak dalgaları gibi" gösteriyordu. Göğün kızı göğe, yerin kızı da yere benziyordu.

"Müslüman Türkler, Oğuz-Kağan'ı normal bir insanmış gibi evlendiriyorlardı":

İslâmiyeti kabul etmiş olan Türkler ise, daha başka türlü düşünüyorlardı. Onlar Oğuz-Han'ı, normal bir insan olarak kubul ediyorlar ve kendi fikrine uygun, bir kız alıyor gibi gösteriyorlardı. Oğuz-Han, iki amcasının da kızını almış; fakat onları yola getirip, müslüman edememişti. Bunun üzerine, her iki karısının da yüzüne bakmamış ve onlara elini bile değdirmemişti. Üçüncü amcasının kızı, diğerlerine nazaran daha çirkindi. Fakat küçüklüğünden beri, Oğuz-Han'ı bütün kalbi ile seviyordu. Oğuz, en sonunda bu kıza getmiş, içini açmış ve müslüman olduğu takdirde, kendisi ile evleneceğini söylemişti. Bu teklifi çoktan beri bekleyen kız, ağlayarak Oğuz'a bakmış ve şöyle demişti:
Ben ne Allah tanırım, ne de Tanrı bilirim!
Senin sözün buyruktur, hep peşinden gelirim!
Sen ne dersen o olur, fermanından çıkamam!
Sen var iken başımda, başkasına bakamam!
Oğuz bunu duyunca, çok sevinmiş ve artık kaygısı dinmişti. Bunun üzerine kıza, Tanrıya inanmasını söyleyerek, şöyle demişti:
Ey, sevgili hatunum! Benim ey eşsiz eşim!
Gönlümde ebediyen, yanacak ey ateşim!
Tanrının birliğinde, bir defa iman getir,
Sev onu! Varlığıma, seninle bir can getir.
Kız Oğuz Han'ın bu sözü üzerine Tanrıya inandığını söyleyerek artık müslüman olmuştu:
Sözünü kabul ettim, senin yoluna geldim!
Tanrının birliğiyle, canımı sana verdim!
Müslüman olan Türklerin, eski Oğuz-Kağanlarından ve onun destanlarından vazgeçemeyerek, yeni olarak düzdükleri bu hikâyeler, aslında en eski Türk mitolojisinin ana çizgileriyle bir benzerlik göstermiyorlardı. Fakat ne yapsınlar ki, onlar da müslüman olmuşlardı ve müslümanlığı, yalnızca X. yüzyılda değil; ta Oğuz Han zamanından beri tanıdıklarını ve bildiklerini göstermek istiyorlardı. Müslüman tarihçiler, Oğuz-Han'ın yaşadığı çağlar hakkında da, bize bazı bilgiler verirler. Meselâ Hiveli meşhur Ebul Gazi Bahadır Han'a göre Oğuz-Han, zamanımızdan 5000 sene önce yaşamıştı. "En önemli nokta da şu idi ki, Ebul Gazi Bahadır Han Oğuz-Han'ı, İran'ın en eski atalarından daha önceye koyuyor ve Türkleri, bir millet olarak İran'lılardan daha eski tutuyordu. Bu efsaneler Türklerin, İslâmiyeti ve Allah'ı, 5000 sene önceleri ve hatta insanlığın ilk yaratılış sıralarında tanıdıklarını, söylemek istiyorlardı". Henüz daha müslümanlığın ne demek olduğunu bilmeyen Türkler "Allah" sözünden habersiz idi. Eski Türk tarihçilerine göre, "Allah" sözünün manasını anlamayan Türkler, Oğuz-Han'ın şiir okuduğunu veyahut da şarkı söylediğini zannederlermiş. Bunlar da, Müslüman Türkler tarafından, bir Türk olarak uydurulmuş, düzenlenmiş ve geniş halk kitleleri arasında yayılmış hikâyelerdi.

Öyle anlaşılıyor ki Türkler, İslâmiyetin öncülüğünü, Araplara ve hatta Peygambere bile vermek istemiyorlardı. Bu duruma göre, "Oğuz-Han Türklerin ilk ve en eski peygamberleri oluyordu. Gerçi bu da, İslâmiyetin esaslarına aykırı idi. Fakat Türk kitlelerinin, milliyet ve üstünlük hislerini göstermesi bakımından bizler için bir önem taşıyordu".

8. YER VE GÖK VARLIKLARININ OĞUZ'UN OĞLU OLMALARI

"Gök ve yerin türlü varlıkları, Oğuz-Han'ın oğulları oluyorlardı":

Oğuz-Han, "gökten bir ateş gibi, ışık hâlesi içinde inen göğün kızı" ile evlendikten sonra, üç oğlu olmuştu. Bu oğullarının adları, "Gün-Han", "Ay-Han" ve "Yıldız-Han" koyması, bize çok şey ifade eder. Zaten göğün belli başlı varlıkları, güneş, ay ile yıldızlar idiler. Ağaç koğuğunda bulduğu yerin kızından da, yine üç oğlu oluyordu. Bunların adını da "Gök-Han", "Dağ-Han" ve "Deniz-Han" koyuyordu. Burada Türk mitolojisi ile Türk düşünce düzeninin, çok önemli bir meselesi ile karşılaşıyoruz. Yerin kızından doğan çocuklardan birinin adı "Gök-Han" idi. Ayrıca "Gök-Han" yerin kızının çocuklarının, en büyüğü idi. Yerin kızından, "Gök-Han" ın doğmuş olması, ilk bakışta bizi şaşırtıyordu. Halbuki bu kitapta sık sık söylediğimiz gibi gök kubbesi, aslında Türklerce, maddî bir varlık gibi düşünülüyordu. Türkler gök kubbesini uzaydan ayrı düşünüyorlardı. Asıl gök, güneş ve ay ile yıldızların dolaştıkları, uzay idi. Eski Göktürk kitabelerinde de söylendiği gibi: Tanrı, gök ile yeri yarattıktan sonra, ikisi arasında da, insanoğlunu yaratmıştı. Yer ile göğü yaratan Tanrı, gök kubbesinin üstünde ve sonsuz feza içinde bulunuyordu. Eski Türkler göğe, "Tengri" derlerdi. "Tengri", hem "gök" ve hem de "Yüce-Tanrı" anlamına geliyordu. Ama onlar, gök kubbesini anlatmak isterlerken, "Kök Tengri" derler ve böylece, gök kubbesini, esas büyük Tanrıdan ayırırlardı. Bu çok eski Türk düşüncesinin izlerini, Oğuz destanında da, bulmamız bizi sevindirmektedir. "Çünkü, Türk düşünce düzeni, yüzyıllar boyunca değişmemiş ve ana çizgileriyle üç kıt'a üzerinde yaşamıştı".

Burada önümüze çok önemli bir mesele de çıkmaktadır: bazılarına göre, "Gün-Han", güneşin hanı; "AY-Han" ise, ayın hanı şeklinde açıklanmıştır. Onlara göre Türkler, güneşte de bir dünyanın olduğunu düşünmüş olmalı idiler. Oğuz-Han, en büyük oğlunu da güneşe bir Han olarak tayin etmiş olmalıydı. Bu düşünce tarzı, oldukça sakat ve yanlıştır. "Oğuz-Han'ın oğulları güneşin, ayın ve yıldızların hanları değil; bilâkis güneş, ay ve yıldızların ta kendileri idiler. Gerçi Oğuz-Han, yine insanoğlu sayılan Türk milletinin, bir atası idi. Fakat Oğuz destanında Oğuz-Han, yanlnızca Türk milletini temsil etmiyor; aynı zamanda göğün ve yerin bütün varlıklarını da, kendi adı ve soyları altında topluyordu. Görülüyor ki, bir efsane gibi ve Türk milletinin türeyişi şeklinde karşımıza çıkan Oğuz-Kağan destanı, bütün kâinatın kendileri idiler. Gerçi Oğuz-Han, yine insanoğlu sayılan Türk milletinin, bir atası idi. Fakat Oğuz destanında Oğuz-Han, yanlnızca Türk milletini temsil etmiyor; aynı zamanda göğün ve yerin bütün varlıklarını da, kendi adı ve soyları altında topluyordu. Görülüyor ki, bir efsane gibi ve Türk milletinin türeyişi şeklinde karşımıza çıkan Oğuz-Kağan destanı, bütün kâinatın oluş ve türeyiş mitolojisi halinde görünüyordu. İşte Oğuz-Han destanının, bizce en önemli olan özelliği bu idi. Sonradan bu altı oğullar dörder oğul daha türeyerek, 24 Oğuz boylarını meydana getireceklerdi".

9. OĞUZ DESTANINDA "AİLE DÜZENİ"

"Oğuz efsanesinde görülen aile düzeni, daha çok 'Baba ailesi' ile ilgili idi":

Şimdiye kadar sosyologlar aileleri, başlıca iki bölüm içinde incelemişlerdir. İlkel kavimlerde daha çok "Ana ailesi" görülüyordu. Fakat cemiyet ilerledikçe ve içtimaî seviye yükseldikçe "Baba ailesi" ne doğru bir gidiş vardı. Daha doğrusu Ana ailesi geriliği, Baba ailesi ise, bir toplumun olgunluğunu gösteriyordu. Bazı Moğol efsanelerinde, ana ailesinin izlerini görmüyor değiliz. Meselâ Cengiz-Han'ın atası kocasız bir kadın idi. Gökten inen sarı bir köpek şeklindeki hayvandan hâmile kalmış ve Moğol ulusunu meydana getirmişti. Türklerde ve Türk mitolojisinde, böyle bir "Ana-Ata" ya rastlamıyoruz. Türk mitolojisinin bütün ataları, - hatta istisnasız olarak - hep erkek ve büyük bahadır idiler. Burada da, Oğuz-Han'ın çocuklarının hepsi, erkek olarak doğmuşlar ve Türk milletine birer baba olarak meydana getirmişlerdi. Şunu da söylemekte fayda vardır: Eski Roma'da "Baba ailesi", kayıtsız ve şartsız olarak, babanın hakimiyeti altında idi. Baba oğlunu satabilir ve öldürebilirdi. Ama Türklerde, böyle bir baba ailesi görmüyoruz. Oğuz-Han babasını bile, müslüman olmadı diye öldürmüş ve ona karşı gelebilmişti.

10. OĞUZ'UN TOPLUM DÜZENİ "ZAMAN BİRİMLERİNE" GÖRE

"Oğuz-Han'ın oğulları ile boylarının sayıları birer takvim rakamları idiler":

Oğuz destanı, eski Türk düşünce ve toplumunun, mantık üzerine kurulmuş düzenlerini göstermesi bakımından, büyük bir öneme sahiptir. Eski Türkler, İranlılar veya Hintliler gibi, hesapsız ve düzensiz düşünmüyorlardı. "Türk düşüncesinin her yönü, matematik bir mantık üzerine kurulmuş ve bu, topluma da sıkı bir disiplin ile benimsetilmişti". Oğuz Han'ın altı oğlu vardı. Göğün kızından doğan çocuklar Boz-Ok bölümünü; yerin kızından doğanlar da, Üç-Ok bölümlerini meydana getiriyorlardı. Bu yolla altı çocuk, ikiye bölünmüş ve üçlü bir düzen meydana getirilmişti. Yani 12 saatin, 12 ayın ve hatta 12 burcun yarısı olan çocuklar, yine bölümlere ayrılıyorlar ve takvim biriminin bir çeyreğini meydana getiriyorlardı. Bütün rakamlar 12 ile 24 sayılarını bölen, birimler idiler. Aslında eski Türklerde çoğu zaman bir sene 12 ay değil; 24 ay idi. Bu da ayın, onbeş günlük devrelerine göre hesaplanıyordu. Nitekim Oğuz Han'ın da 24 torunu vardı. Eski Çin takviminde üç, altı, on iki ve yirmi dört rakamları yalnız bir zaman birimi olarak değil; aynı zamanda kutsal sayılar olarak da, büyük bir öneme sahip idiler. Eski Çin'de, "zaman ve mekân birimleri", birbirine uyduruluyor ve zamanla mekân arasında, bir birlik meydana getiriliyordu. 12 ay ve 24 saat, Çin imparatorluğu içinde de, 12 eyâlet ile 24 vilâyetin meydana gelmesini gerektiriyordu. Bunları söylemekle Türkler, Oğuz Kağan destanını, Çin düşüncesine göre düzenlemişlerdir, demek istemiyoruz. Türklerin de kendilerine göre bir takvimi vardı; Çinlilerin de. Aslında Türk takvimi, zaman zaman Çin'e tesir etmiş ve Çin kültüründe de büyük bir önem kazanmıştı. Fakat mitoloji tetkiklerinde, başlıca problemlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, mukayeseli araştırmalar yapmak ve örnekler vermek, çok faydaladır.

"Oğuz Han destanındaki 'takvim rakamları', Türk devlet teşkilâtı ile ordu düzeninde de görülüyordu":

Oğuz destanı, yüzyıllar ve hatta binyıllar boyunca, Türk halkları tarafından söylenmiş ve anlatılmış, uydurma bir masal değildi: "Onu meydana getiren düşünce düzeni, yalnızca Türklerin gönüllerinde ve kalplerinde yaşamamış; aynı zamanda, topluma düzen ve disiplin veren bir ilham kaynağı halinde devam etmişti". Meselâ Büyük Hun imparatoru Mete'nin ordusu, 24 tümenden meydana geliyordu. Bu 24 tümen, 6 köşeye bağlı idi. Tıpkı Oğuz Han'ın 6 oğlu gibi. Bu 6 köşe de, ikiye ayrılıyorlardı. "Sağ" ve "Sol" adlar ile, imparatorluğun "Doğu" ile "Batı" yönlerini, aralarında bölmüş bulunuyorlardı. Atilla'nın Macaristanda büyük bir imparatorluk kurması, düzenli ve disiplinli orduları ile dehşet vermesi, Avrupalıların toplum düzenlerinde de, yeni yeni değişiklikler meydana getirmişti. Birçok Cermenler, Atilla'nın emrinde çalışmışlar ve Atilla Hunlarından, pek çok şey öğrenmişlerdi. Atilla, M.S. 450 de ölüp gitmişti. Fakat O'nun adı, Cermen ve İskandinav efsanelerinden, yüzyıllar boyunca silinmemişti. Hep, Atilla'nın harplerinden ve ordu düzeninden, bahsedilir olmuştu. Bu zaman kadar "yüzlük", "binlik" ve "Onbinlik", ordu birimlerini bilmeyen Cermen'ler, Atilla'nın ölümünden sonra, yalnız kendi ordularını değil; köy ve şehirlerini bile, bu prensiplere göre düzenlediler. Atilla'nın ordularından bahseden İskandinav efsaneleri, O'nun 24 tümeninden ve 6 ordusundan söz açıyorlardı. Tıpkı Oğuz Han'ın 6 oğlu ve 24 torunu gibi, bütün bunlar bize gösteriyor ki, "Oğuz Kağan destanı zihinlerde ve hayallerde yaratılmış bir hikâye değil; Türk toplumunu anlatan ve yansıtan bilgiler idiler".

11. TÜRK DEVLETİ DÜNYA DEVLETİ İDİ

"Eski Türkler yeryüzünü bir Türk devleti, Oğuz Kağanı da bütün insanlığın bir hükümdarı olarak düşünüyorlardı":

Oğuz Han, 6 oğlunu toplamış ve onlara, birçok öğütler vermişti. Bundan sonra beyleri ile, milletini de biraraya getirerek, büyük şölenler ile ziyaretler verdiğini de görüyoruz. Eski Türk Kağanları, savaşlardan önce ve sonra bütün milleti toplar ve onlara, büyük ziyaretler verirlerdi. Bu toplantılar aynı zamanda, birer "kurultay" ve "danışma" toplantıları idiler. Uygurların Oğuz destanına göre, Oğuz-Han konuşmağa başlamış ve kendi devletini tarif etmişti. O'na göre:

"Yukarıda gök, kendi devletinin bir çadırı gibi idi. Güneş de Oğuz-Kağan devletinin bir bayrağı olacaktı". Zaten eski Göktürk yazıtları da öyle diyorlardı: "Yukarıdaki mavi gök, aşağıdaki yağız yer yaratıldığında ikisi arasında da insanoğlu yaratılmış insanoğlunun üzerine de, atalarımız Bumın-Kağan ile İstemi-Kağan, Han olarak oturmuşlar". Göktürk devletini kuran Bumın ve İstemi-Kağan, yalnızca Türk milletinin değil; gök ile yer arasında yaşayan, bütün insanlığın hükümdarları idiler. Onlar, bu tahta Tanrı tarafından oturtulmuş ve bütün yeryüzünü idare etme yarlığı da, yine Tanrı tarafından onlara verilmişti. Bu fikir, Türklerin yalnızca devlet idare etme düşüncelerinde değil; Türk dininin çok eski prensipleri içinde de bulunuyordu. Büyük Hun Devleti ile, daha sonraki Türk devletlerinde, bu düşüncenin türlü ve sayısız örneklerini bulabiliyoruz.

"Oğuz-Kağan'ın akınları, sonraki Türkler tarafından, kendi bilgilerine göre, ilâve edilmiş bölümlerdi":

Şimdiye kadar sözünü ettiğimiz konular, Oğuz-Kağan destanının esasını meydana getiren bölümlerdi. Artık bundan sonra, Oğuz Han'ın akınlarından söz açılır ve nereleri zaptettiği, geniş olarak anlatılmağa çalışılır. Uygurlar, Oğuz-Kağan'a, kendi bildikleri memleketleri akınlar yaptırırlar ve oraları aldırırlardı. Uygurlar, İran ve Hindistan bölgelerini çok iyi tanımıyorlardı. Güney Rusya Türkleri hakkında da pek fazla bilgileri yoktu. Cengiz-Han imparatorluğu kurulunca, âdeta bütün imparatorluk içinde, Oğuz-Kağan destanını yazmak ve söylemek bir moda haline gelmişti. Bu sebeple, çok daha geniş ve büyük Oğuz-Kağan destanlarının yazılmaya başlandıklarını görüyoruz. Cengiz-Han İmparatorluğu, Anadolu dahil, Macaristan ovalarından Japonya'ya ve daha güneyde de, Endenozya'ya kadar uzanıyordu. Bu sebeple, aynı çağda yaşayan Türkler ve İranlı yazarlar, bu bölgeler hakkında, gayet geniş bilgilere sahip idiler. Bu çağda Oğuz-Han, artık Cengiz-Han'ın yerine konmuştu. Cengiz-Han nerelere gidip, zaptetmiş ise, Oğuz-Han'a da, O'nun gibi akınlar yaptırılmıştı. Cengiz-Han gençliğinde akıllı bir eşkiyadan başka bir kimse değildi. Yol kesmek, haraç almak ve para toplamak, O'nun en ileri gelen özelliklerinden biri idi. Bu sebeple geniş bölgeler elde edip, büyük bir devlet kurduktan sonra, gençliğindeki haraç sistemini, yeni imparatorluğuna da uygulamış ve buna göre, bir idare düzeni meydana getirmişti. Cengiz-Han herşeyden önce, bir memleketin vergilerinin toplanmasına önem verir ve memurlarını, bu amaca uygun olarak tayin ederdi. Cengiz-Han çağındaki Oğuz-Kağan destanlarında artık Oğuz Kağan değişmişti. Zaptettiği yerlere vergi memurları gönderiyor ve alınan vergileri de, tıpkı Cengiz-Han gibi, gözden geçiriyordu. Aslında ise, eski Türk devletlerinin teşkilâtı ile, Cengiz-Han'ın kurduğu bu yeni düzen arasında, büyük ayrılıklar vardı. Hiç şüphe yok ki, eski Türk Kağanları da, zaptettikleri yeni memleketlerden gelecek vergilere, büyük önem veriyorlardı. Fakat devletin idaresinde, hakim olan tek ve en önemli prensip, vergi toplamak değildi. Nitekim Uygurların Oğuz-Kağan destanı daha çok eski Türk devlet teşkilâtını andıran bir şekilde konuşuyor ve eski Türk kağanlarının, gerçek düşüncelerini yansıtıyordu.

12. OĞUZ KAĞAN DESTANININ EN ESKİ BÖLÜMLERİ

"Arabanın icâdı":

Göktürklerin türeyişleri ile ilgili efsanelerde, ateş gibi insanlığa faydalı olan şeyleri icâd eden atalardan, söz açılıyor ve bunlara büyük bir önem veriliyordu. Zaten ateş, tuz, araba v.s. gibi, insanlığın gelişmesine yardım etmiş unsurlarla aletlerin icadları, bütün dünya mitolojilerinde, en eski ve öz kalıntılar olarak kabul edilmişlerdir. Türklerin Kanglı boyu, tarih boyunca büyük bir şöhret yapmış ve Türk kavimleri arasında, önemli bir yer tutmuştu. İlk bakışta Kanglı sözü, bir nevi bizim kağnı, yani "kağnı arabası" deyimini andırıyordu. Bütün mitolojilerde olduğu gibi, Türk Mitolojisinde de, sözlerin dış görünüşlerine göre, bazı benzeştirmeler yapılmıştır. Bu sebeple Oğuz Kağan destanında, kağnı arabasının icâdından söz açılırken, Kanglı boyu ile bir ilgi kurulmuştu. Uygur Türkçesi ile yazılan Oğuz destanında, Kağnı'nın icâd edilişi, şöyle anlatılıyordu:
Çürced Kağan'ı aldı, halkıyla ulusunu,
Yoketmek için geldi, Oğuz-Han ulusunu.
Başgeldi Oğuz-Kağan, basdı Çürced Hanı'nı,
Ok ile kılıç ile, döktü düşman kanını.
Oğuz öldürdü onu, kesti hemen başını,
Böldü ganimetleri, tâbi kıldı halkını.
Oğuz'un askerleri, beyleri bütün halkı,
Düşmanda ne bulursa, toplayıp hep tüm aldı.
Atlar ile öküzler, katırlar az gelmişti.
Yığılmış yükler ise, ta dağları geçmişti.
Oğuz'un bir eri vardı, akıllı tecrübeli,
Barmaklığı-Çosun-Billig, yatkındı işe eli.
Bir kağnı arabası, yapıp koydu içine,
Oğuz'un bu ustası, devam etti işine.
Kağnıyı çekmek için, canlı öne koşuldu,
Cansız alıntılar da, üzerine konuldu.
Oğuz'un beyleriyle, halkı şaştılar buna,
Onlar da kağnı yaptı, özenmişlerdi ona.
Kağnılar yürür iken, derlerdi: "Kanğa! Kanğa!"
Bunun için de dendi, artık bu halka "Kanğa".
Oğuz bunu görünce, güldü kahkaha ile,
Dedi: "- Cansızı çeksin, canlılar Kanğa ile!"
"Adınız Kanğaluğ olsun, belğeniz de araba!"
Bıraktı onları da, gitti başka tarafa.
Oğuz-Kağan, Mançurya Bölgesindeki kavimlere akın yaptığında, çok mal elde etmiş; fakat bunları, atlarla taşıyamamıştı. Bunun üzerine, Oğuz-Kağan'ın akıllı beylerinden birisi, bir araba yaparak, malların hepsini arabalara doldurmuş ve Oğuz-Kağan'ın yurduna kadar taşımıştı. Oğuz-Kağan, böyle yeni bir icâdı görünce, çok sevinmiş ve bu beyinin soyundan gelen boylara da "Kangalı" yani "Kağnılı" adını vermişti. Tabiî olarak bu, nihayet bir efsane ile sözlerin benzeştirilmesinden başka bir şey değildi. Türkler çok eski çağlarda, tekerlek ile arabayı icâd ederek kullanmışlardı. Çok eski çağlarda herhalde, "Kanglı" kavim adı da vardı. Fakat kendileri, henüz daha ortada yok idiler. Çünkü Türk boyları, zaman zaman çoğaldıkça bölünüyorlar ve eski adlar alarak, yeniden ortaya çıkıyorlardı. M.S.V. yüzyılda, Ortaasya tarihinde önemli bir rol oynayan bazı Türk kavimlerine Çinliler, "Yüksek arabalı kavimler" adını veriyorlardı. Çinlilerin bunlara, Yüksek arabalı" demelerinin sebebi, herhalde onların arabalarının yüksek, yani tekerleklerinin büyük olmasından ileri geliyordu. Çin tarihleri, kendilerine benzeyen kavimlerden ve eşyalardan söz açmazlardı. Öyle anlaşılıyor ki, Türklerin bu arabaları, Çin'de kullanılan arabalara nazaran, çok daha büyük ve yüksek idiler. "Büyük tekerlekli arabalar birçok bakımlardan faydalı ve elverişli idiler". Çamurlu bölgelerde ve engebeli arazilerde, büyük tekerlekli arabaları kullanmak, daha kolay oluyordu. Eski Türkler çadırlarını yalnızca yere kurmaz, aynı zamanda arabalar üzerine de oturturlardı. Bu arabalar, akınlarda da orduların peşinden ayrılmazlardı. Oğuz-Kağan destanında da görüldüğü gibi, harbe giden Türk ordularının arkasından, aileleri taşıyan arabalar ve kervanlar da yürürlerdi. Oğuz-Kağan destanına göre böyle ordu düzenleri, yalnızca çok eski çağlarda görülüyordu. Bununla beraber, daha sonraki çağlarda, meselâ Göktürk ve hatta Cengiz-Han akınlarında bile hatunlar, Hakanlar ile beylerin arkalarından gelirlerdi.

"Türkler ilk geminin yapılışı":

Oğuz-Han'ın bir beyi, İtil, yani Volga nehrini geçerken kendisine bir kayık yapmıştı. Bu kayık veya gemi sayesinde, Oğuz-Han'ın orduları nehrin karşı kıyısına geçerek, düşmanı mağlûp etmişlerdi. Kayığı icâd etme motifi de, her halde Türk mitolojisinin, en eski kalınıtılarından biri olsa gerektir. Eski Türkler, denizci bir millet değillerdi. Bununla beraber kendi ülkelerinde de, birçok geniş nehirler ile göller bulunuyordu. Uygur türkçesi ile yazılmış Oğuz Kağan destanı, Türklerin gemi veya salı icâd etmelerini şöyle anlatıyordu:
İdil adlı bu ırmak, çok çok büyük bir suydu,
Oğuz baktı bir suya, bir de beylere sordu: "-
Bu İdil sularını, nasıl geçeceğiz, biz?"
Orduda bir bey vardı, Oğuz Han'a çöktü diz.
Uluğ-Ordu-Beğ derler, çok akıllı bir erdi,
Bu yönde Oğuz Han'a yerince akıl verdi.
Baktı ki yerde bu beğ, çok ağaç var çok da dal,
Kesti biçti dalları, kendine yaptı bir Sal.
Ağaç sala yatarak, geçti İdil nehrini,
Çok sevindi Oğuz-Han, buyurdu şu emrini:
"- Kalıver sen burada, halkına oluver bey!
"Ben dedim öyle olsun, densin sana Kıpçak-Beğ!"
Tabiî olarak diğer Oğuz destanlarında, Kıpçak-Beğ'in doğuşu ve bey oluşu daha başka türlü anlatılmaktadır.

"Dünyamıza soğuk rüzgârlar gönderen 'Buz-Dağı' motifi, Oğuz destanında da görülüyordu":

Karluk Türklerinin meydana gelişleri ile ilgili bölüm de, bazı önemli meselelerle karşılaşıyoruz. Uygur türkçesi ile yazılmış Oğuz destanında, Karluk Türklerinin ortaya çıkışları şöyle anlatılıyordu:
Oğuz-Kağan baktı ki, erkek kurt önler gider,
Ordunun öncüleri, Gökkurt'u gözler gider,
Görünce Oğuz bunu, ne çok sevinmiş idi,
Alaca aygırını, çabucak binmiş idi.
Apalaca aygırı, Oğuz severdi özden,
Ama at dağa kaçtı, kaybolup gitti gözden,
Bu dağ

ads2