ads

19 Ekim 2011 Çarşamba

19 Mayısın anlamı ve önemi - 19 Mayıs gençlik ve spor bayramı



Mondros Mütarekesi sonrası Osmanlı aydınları dağınık ve şaşkın bir durumdaydılar. Hatta kurtuluş çaresi olarak mandaterlik ve himayeler bile tartışılıyordu. Kimisi çiftçilik yapmayı düşünüyor, kimisi A.B.D. mandasının bir kurtuluş yolu olacağını savunuyor,kimisi de İngiltere’nin insafına sığınmakta medet umuyordu. Silahları elinden alınan ordu dağıtılmıştı.

Kırgın ve kızgın, umutları tükenmiş subaylar, İstanbul’ un birahanelerinde, ya da yoksul Anadolu’nun çeşitli köşelerinde teselli aramaktaydılar. Yıllar süren savaş, halkada büyük bir bezginlik yaratmıştı. Kuşkusuz, hiç bir olasılık, yeni bir savaş kadar ürkütücü gelmiyordu. Mustafa Kemal Paşa ise, bu koşullarda İstanbul’da bir iş yapılamayacağı bilincinde idi. Bu arada Sultan Vahdeddin’in “ordu müfettişi” sıfatı ve kendini mülkî ve askerî yetkililere emir verecek yetkiyle donatarak, olağanüstü görevle Anadolu’ya gönderirken, Yunanistan, İzmir’e asker çıkartıyor; Anadolu ve Trakya’nın değişik yerlerinde “Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri” oluşturuluyordu.

Bu cemiyetlerin kurucuları, aslında İttihatçılardan başkası değildi. Önceleri İttihat ve Terakki içerisinde örgütlenmiş bulunan Osmanlı aydını, ya da " asker-sivil bürokratı" bu kez de Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri içinde örgütleniyordu.
Uzun süredir ve özellikle mütarekeden sonra oluşturulmaya çalışılan İngiliz muhabbeti ve propagandalar Türk kamuoyunda meydana getirilmek istenen teveccühten yararlanarak Yunan istilasını olaysız sağlamaya çalışan İngiliz temsilcileri var güçleriyle çalışmakta ve işgali kamuoyunda çeşitli propagandalarla mazur göstermeye çalışıyorlardı.

Aynı zamanda İngiliz Muhibleri Cemiyeti üyesi olan Refi’ Cevat ve Ali Kemal gibi bazı yazarlar gazetelerinde İngiliz mandaterliğini savunan yazılar yazmaktaydılar. İstanbul Hükümeti, halkı korumak için köklü tedbirler almağa cesaret edemediği ve hatta bunu düşünmek bile istemediği için, uzlaşma ve tâviz politikasından ayrılmıyordu. Ancak hükümetin hatalı ve tehlikeli bu tutumu, savaşmak kararında olanları bile geçici bir süre için uzlaşmaya götürüyordu. Bunlar arasında bir süre Amerikan mandasını savunan Hadlide Edip Hanım gibi yazarlar da vardı.

Ancak tüm bunlar, Anadolu’da doğan millî teşkilatın bir devlet teşekkülü haline gelmesini hem kolaylaştırmış, hem de hızlandırmıştır. İstanbul Hükümeti, halkı korumak için köklü tedbirler almaya cesaret edemediği ve hatta bunu düşünmek bile istemediği için uzlaşma ve tâviz politikasından ayrılamıyordu. Öyleyse kurtuluş için âdeta bir mucize gerekiyordu. Bu biricik ve tek ümit, devletten çıkmayınca kimden nereden tecelli edecekti. Kim bu millete sahip çıkacaktı. Bunun cevabını Büyük Atatürk açık ve net olarak ifade etmektedir. “Millet, Büyük Türk Milleti” bu asil milletin ağrından çıkan Anadolu insanı. Mucizeyi onlar gerçekleştireceklerdi.

azi Mustafa Kemal Paşa, " Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her zaman yıkılmağa mahkûmdur." derken bir tarihi gerçeği dile getiriyordu. İlelebet yaşamak isteyen bir millet, tarihini de yaşatmak zorundadır. Çünkü bizler yokluklar içinde, destanlar yazan bir milletin çocuklarıyız.

Tarihinin hiçbir döneminde bu tür oldu bittilere boyun eğmemiş olan Büyük Türk Milleti bu işgale de seyirci kalmamıştır. Nitekim resmî makamların tüm çekimser tutumlarına rağmen, inisiyatif kullanan komuta kademesindeki subaylar emirleri altındaki birlikler ve mahalli kuvvetlerle düşman ilerlemesine silahla karşı koymuşlardı. Yunan işgal ve ilerlemesini reddeden Batı Anadolu insanı, hükümetin sükûnet tavsiye eden kararlarını dinlemeyerek bazı direniş heyetleri oluşturmuşlardır. Memleketlerinin düşman çizmesi altında çiğnenmesini asla kabul etmeyen vatanseverler öncelikle bölgesel kurtuluş hareketlerine girişmişlerdir.

Bu bakımdan daha kongreler yapılıp, Millî Mücadele’nin esas programı yürürlüğe konmadan Batı Anadolu işgale karşı çıkmıştır. Batı Anadolu direnişi Yunanlıların içerilere nüfuzunu önlemiş, düzenli ordu birliklerinin kurulmasına zaman ve zemin hazırlamıştır. Eğer Batı Anadolu direnişi olmasaydı, bölge çok daha önce Yunan işgaline girmiş olurdu. Balıkesir Kongresi, işgali protesto etmenin ötesinde, “Harekât-ı Milliyeyi” fiilen başlatıp, ilan etmiştir.

Bugün öyle görüş ve düşünceler ortaya atılıyor ki, tümüyle bilimselliğin katledilmesi olarak nitelenebilir. Bir kesim var ki, Vahideddin çok iyi, Atatürk çok iyi, Kâzım Karabekir herkes çok iyi bir şekilde görevini yerine getirmiş. Ancak, yine de kötü bir adam gerekli, bu da Damat Ferit’tir. Böyle düşünenlerin önemli bir kısmı Vahideddin’i biraz düze çıkarmak için yapıyorlar sanırım. Bir kesimin çabası da “Mustafa Kemal’i Anadolu’ya Vahideddin gönderdi. Dolayısıyla Millî Mücadeleyi de başlatan Vahideddin’dir” diyebilmek içindir. Ancak, sıkıştıkları zaman, " Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun’a götüren bu vapur değildir, şu vapurdur, bizi yanıltmışlar" gibi daha pek çok asılsız, çirkin iftiralar atabiliyorlar.

Samsun’a doğru yol alan Bandırma Vapurunun boyu 236 metre, baca yüksekliği ise 19 metre imiş. Halbuki o sırada dünyanın en büyük gemilerinden biri olan Queen Elizabeth’in boyu 286 metredir. Bandırma Vapuru 1878 yılında yapılmıştır. 48 metre boy, 6.5 metre baca yüksekliğine sahiptir. 1915 yılında batırılmış, yeniden yüzdürülmüştür. Bandırma Vapuru söküldükten 1 yıl sonra, 1926 yılında satın alınan vapura Ülgen adı verilmiştir. Gazetelerde ifade edilen vapur bu vapurdur.
Sultan Vahidettin’in mütareke başındaki tutumunu biliyoruz. İttihat ve Terakki’yi tasfiye etmek için çok büyük bir fırsat yakalamıştı.

Bu hışımdan sadrâ zam Ahmet İzzet Paşa dahi nasibini almıştır. Aralık 1918’ de sözde seçime gitmek bahanesiyle meclisin feshi, Nisan 1920’de Kuvâ-yı İnzibâtiye, Hilafet Ordusu, Divân-ı Harpler v.s. harekete geçirilmiştir. Üstelik nasihat heyetleri, iç isyanlar, işgale direnenlerin tutuklanıp yargılanmaları unutulmamalıdır. Bir başka kesim ise, “Vahideddin’in, Atatürk’ü ülkeyi düşmanlardan kurtarsın diye Samsun’a göndermiş olduğunu” söylemektedir. Siz bu ifadelerle koşullandırılmış bir çocuğa Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu, neden kurulduğunu, o devletin neden yıkıldığını anlatmakta zorluk çekersiniz.

Elimizde belge var, diyenlerin, belge kaynakları nereleridir Hangi devlet ya da devletin arşivinden alınmıştır Şu kadar kişi asıldı, sürüldü, mahkûm edildi diyenler Damat Ferit döneminde faaliyet gösteren İstanbul 1 numaralı sıkıyönetim mahkemesi olan Divân-ı Harb-i Örfî " nin binlerce masumu, sırf Kuvâ -yı Millîye taraftarı oldukları Anadolu’ya katıldıkları için çeşitli hapis, sürgün cezalarına çarptırıldıkları, çok sayıda vatan evladının idam edildiğini, meslekten atılarak, çoluk çocuğunun sefalete itildiğini biliyorlar mı acaba ? Bunları gündeme getirip, bu beylere sormak gerekmez mi ?
Mustafa Kemal Paşa’nın gönderilme amacı kısaca şöyle

özetlenebilir
Ulusal direnişi örgütlemek. Mustafa Kemal Paşa’ya verilen talimatın esası, bölgelerin askersiz ve silahsız hale getirilmesiydi. İngilizlerin baskısıyla Paşa geri çağrılmıştır. Bu çağrıya sert bir cevap veren Mustafa Kemal Paşa, çok sevdiği askerlik görevinden istifa ederek, milletin sinesinde savaşı sürdürmek olmuştur. Üstelik İstanbul Meclis-i Mebusanı’nın kapatılarak, Ankara’da T.B.M. Meclisi açıldıktan sonra, tümüyle halktan kaynaklanan meşru bir irade görevi devralıyordu.

SONUÇ
Ulusal bağımsızlık savaşını kazanmada, nasıl ki hareketin kaynağını ulusun kendisi olduysa, çağdaşlaşma savaşının kaynağı da yine ulusun kendisi olmuştur. Bilindiği üzere, Atatürk’ün Büyük Nutku Türk gençliğine hitabesi ile sona erer. Cumhuriyeti Türk gençliğine emanet eden Atatürk’ün bu kitabesi bir bayrak olarak genç nesillerin önünde dalgalanmış ve gençliğe ışık tutmuştur. O, Büyük Nutkunu, mâzi olmuş bir devrin hikayesi olarak takdim etmektedir. Bunda, gelecek nesiller için dikkat edilmesi ve daima uyanık bulunulmayı gerektiren önemli noktalara işaret edilmektedir. Bugün Kurtuluş Savaşımız ve Atatürk konusunda yapılan tartışmalar asıl mecrasından ayrılarak yapılmaktadır.

Atatürk’ün bu muazzam mücadelede, ülkenin içinde bulunduğu koşullar bunu gerektirdiği için savaştığı kavratılmalıdır. Esas sonucun çağdaşlaşmak, akılcılıkla ve aksiyonla ilerlemek olduğu vurgulanmalıdır. Yine Atatürk’ün ifadesiyle, “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” nesiller yetiştirmenin kavgasının verildiği örneklerle açıklanmalıdır.

Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara özellikle varlığı ile, hakkı ile, birliği ile ters düşen bütün yabancı unsurlarla mücadele lüzumunu ve millî duyguya dayanan düşünceleri büyük bir olgunlukla her karşıt düşünceye karşı şiddetle ve fedakârlıkla savunma zorunluluğu telkin edilmelidir. Yeni neslin bütün manevi gücüne bu özellik ve yeteneklerin aşılanması önemlidir. Sürekli ve müthiş bir mücadele şeklinde beliren milletlerin hayat felsefesi, bağımsız ve mutlu kalmak isteyen her millet için bu özelliği büyük bir şiddetle istemektedir. Nitekim bu konuya dikkat çeken Büyük Atatürk şöyle demektedir : “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri öğrenimin sınırı ne olursa olsun, ilk önce ve her şeyden önce Türkiye’ nin bağımsızlığına, kendi benliğine, millî geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir

Bizler yönetici, öğretmen, memur her kesimden görevliler olarak tarihi bir görev ve vebal altındayız. Vatana, devlete ve millete yararlı gençler yetiştirilmek üzere bize emanet edilen evlatlarımızı yıkıcı tehdit ve unsurlardan haberdar ederek onları bilgi sahibi kılmalı ve uyarmalıyız. Ellerimize verilen bu nadide varlığa yalnızca salt bilimsel teori ve literatür bilgileri vermek yeterli değildir ve olamaz da. Bugün binlerce genç bizim ihmallerimiz nedeni ile kaybedilmiştir. Bu tarihi vebal bugün eğitim ve öğretim hizmetlerini yürüten görevli idarecilere, yarın ise mezun ettiğimiz öğrencilere ait olacaktır. O halde ülke potansiyelinin en nadide unsuru olan gençliği, yabancı ideolojilerin ve ülkelerin hedefi olmadan şuurlu, inançlı ve kişilik sahibi fertler haline getirmek, düşman propagandasına fikren ve ruhen karşı kayacak hazırlığa eriştirmek, bizlere düşen en önemli ve kaçınılmaz tarihi bir görevdir.

Enstitüler ve Araştırma Merkezleri Milî Mücadeledeki insan tipini tespit etmeleri gerekir. Çünkü biz bu insan tipiyle Kurtuluş Savaşını yaptık ve bu devleti kurduk. O halde siyasal ve ekonomik bağımsızlığımızın teminatı olan Kuvâ-yı Milliye ruhu yeniden oluşturulmalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk on yılı 29 Ekim 1923’ de bütün yurtta heyecanla kutlanırken bütün Türk Milleti tek yürek tek ses olmuş haykırıyordu : Çıktık açık alınla 10 yılda her savaştan." Gâzi Mustafa Kemal, uzun savaş ve işgal yıllarının bıraktığı büyük tahribat üzerinde yeni bir ulus, yeni bir devlet, yeni bir memleket yaratmanın çalışmalarına âdeta soluk almadan başlamıştı.

Büyük Türk Milleti diye başlayıp, Ne Mutlu Türküm Diyene sözleriyle bitirdiği 10 yıl nutkunda, az zamanda çok büyük işler yaptık diyordu. O bayramda çocuk, genç, yaşlı bütün bir millet, çıktık açık alınla diye haykırırken on yılda elde edilen başarıların haklı gururunu yaşıyorlar, gelecek için duydukları güveni dile getiriyorlardı. 1923-1933 döneminin ruhu işte bu ruhtur. Büyük Atatürk, temel devrimlerinin başında milletine asıl bu gurur ve güveni aşılamayı başarmıştı.

Dileğimiz odur ki, ona olan sevgimiz o özlemlere cevap teşkil edebisin. Atatürk’le, gerçek Atatürkçülerle hasret gidererek, Onunla yeniden Anadolu’ ya ayak basalım. O’ nu anarak, çağdaşlaşma, büyük devlet olma mücadelemizde Onun ilke ve inkılâplarından ilham ve güç alalım.
Sözlerimi Atatürk’ ün bize ışık tutan şu sözleriyle bitirmek istiyorum : “Benim mânevi mirasım ilim ve akıldır. Bundan sonra beni izlemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse mânevi mirasçılarım olurlar.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ads2